Beşinci Kadın. Хеннинг Манкелль
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Beşinci Kadın - Хеннинг Манкелль страница 12
Saldırıya uğramış, elleri ve ayakları bağlanmıştı. Beton bir zeminde yatıyordu. Biri ölmemesi için gerekli önlemleri alıyordu. Bir haftadan beri orada yattığını düşünüyordu. Bunun nedenini anlamaya çalışıyordu. Kendisine saldıran kişi mutlaka bir hata yapmış olmalıydı ama insan nasıl böyle bir hata yapabilirdi? Neden birinin karanlıkta kollarını bacaklarını bağlı tutarlardı? Aklını kaçırmasına ramak kaldığının farkındaydı. Aslında ortada yapılmış bir hata falan yoktu. Bu korkunç, tüyler ürpertici olay özellikle kendisi için hazırlanmıştı. Peki ama nasıl sona erecekti? Belki de sonsuza dek sürecek ve hiçbir zaman da neden orada olduğunu öğrenemeyecekti.
Günde ya da gecede iki kez kendisine su ve yiyecek veriliyordu. İki kez de yerdeki deliğe doğru birisi onu sürüklüyordu. Külotunu da çıkarmışlardı. Üstünde yalnızca gömleği vardı ve işini bitirdikten sonra da yine sürüklenerek eski konumuna geri getiriliyordu. Temizlenmesine olanak yoktu. Ayrıca elleri de bağlıydı. Çevresinden gelen kokunun farkındaydı.
Kir kokusuyla birlikte bir parfüm kokusu da duyuyordu.
Yanında biri mi vardı? Gül almak isteyen kadın mıydı bu? Yoksa yalnızca bir çift eldivenli el miydi? Kendisini yerdeki deliğe sürükleyen eller. Sonra çevreye yayılan parfüm kokusu. Eller ve parfüm başka bir yerden geliyor olmalıydı.
Elbette bu söz konusu ellerin sahibiyle konuşmaya çalışmıştı. Elleri olduğuna göre mutlaka ağzı ve kulağı da olmalıydı. Yüzünde ve omuzlarında bu elleri her hissedişinde ona yaklaşmaya çalışıyordu. Her defasında da farklı bir şekilde yaklaşıyordu. Kimisinde yalvarıyor, kimisinde öfkeyle homurdanıyor, kimisinde de kendini savunurcasına sakin bir sesle konuşmaya çalışıyordu. Bazen ağlayarak bazen de öfke içinde herkesin bir hakkı olduğunu ileri sürmeye çalışıyordu. Kolları bacakları bağlı olan bir insanın da hakları vardır. Tüm haklarımı neden yitirdiğimi bilmeye hakkım var. Serbest bırakılmasını istememişti ki. Öncelikle neden orada olduğunu öğrenmek istiyordu. Hepsi bu kadardı.
Elbette hiç yanıt alamıyordu. Eldivenli ellerin bedeni, kulakları ve ağzı yok gibiydi. Sonunda büyük bir çaresizlik içinde avazı çıktığı kadar bağırdı ama bu söz konusu eller hiç tepki vermedi. Yalnızca ağzını bağlamakla yetindiler. Bir kez daha aynı parfüm kokusunu duydu.
Sonunun ne olacağını görebiliyordu. Kendisini yaşama bağlayan tek şey ağzındaki halatı çiğnemesiydi. Yaklaşık bir hafta sonra halatın sert yüzeyini birazcık inceltebilmişti. Tek kurtuluşunun bu olduğuna inanıyordu. Ancak halatı çiğnemekle kurtulabilecekti.
Bir hafta sonra çıkmayı tasarladığı Nairobi yolculuğundan dönecek ve çiçek dükkânının başına geçecekti. Şu anda Kenya’daki orkide ormanlarında dolaşıyor olmalıydı, hayalinde o görkemli orkidelerin kokularını canlandırdı. Vanja Andersson geri gelmediğini görünce endişelenecekti. Ya da belki daha şimdiden endişelenmeye başlamıştı. Bu kesinlikle göz ardı edemeyeceği bir olasılıktı. Seyahat acentesi müşterileriyle yakında ilgilenmeliydi. Biletinin parasını ödemiş ama uçağa binmemişti. Birileri onun uçağa binmediğini mutlaka fark etmiş olmalıydı. Vanja ile seyahat acentesi onun tek kurtulma umuduydu. Bazen salt aklını kaçırmamak için ağzındaki halatı çiğnemeyi sürdürüyordu. Cehennemde olduğunun bilincindeydi ama bunun nedenini bilemiyordu. Panik içinde halatı çiğnemeyi sürdürdü. Kurtuluşu yaşadığı paniğe bağlıydı. Çiğnemeyi sürdürdü. Ara sıra ağlama krizleri geliyordu ama bunun dışında var gücüyle halatı çiğniyordu.
Kadın odanın kutsal bir yer gibi olması için elinden geleni yapmıştı.
Kimse onun bu sırrını bilmiyordu. Bunu tek başına yapmıştı.
Bir zamanlar burası birçok odası olan, alçak tavanlı, loş, duvarları kalın bir bodrum katıydı. O yazı hâlâ anımsıyordu. Büyükannesini son görüşüydü. Sonbaharın başında büyükannesi ölmüştü ama o yaz elma ağaçlarının gölgesinde oturabilmişti. Ne var ki artık günden güne eriyordu. 90 yaşındaydı ve kanserdi. Yaz boyunca tüm dünyayla ilişkisini kesmiş bir hâlde kıpırdamadan oturmuş; torunlarına onu rahatsız etmemeleri öğütlenmiş, yanına yaklaştıklarında kesinlikle bağırmamaları ve eğer yaşlı kadın torunlarını yanına çağırırsa ancak o zaman büyükannelerinin yanına gitmeleri söylenmişti.
Büyükannesi bir keresinde elini kaldırıp ona işaret etmişti. Korkuyla yanına yaklaşmıştı. Yaşlılık tehlikeliydi; hastalık, ölüm, mezar ve korku anlamına geliyordu ama büyükannesi ona sevecen bir şekilde gülümseyerek bakmıştı. Kanser bile onun bu gülümsemesini yok edememişti. Büyükannesi kendisine bir şeyler söylemiş olabilirdi ama şimdi bunları anımsamıyordu. O yaz büyükannesi canlı ve mutluydu. 1952 ya da 1953 yazı olmalıydı. Aradan çok uzun yıllar geçmişti. Felaketler henüz başlamamıştı.
1960’lı yılların sonuna doğru evi kendi üstüne alınca baştan aşağı yenilemeye başlamıştı. Duvarlar yıkılmıştı. Güçlü kuvvetli kuzenleri ona yardım etmişlerdi ama kendisi de kollarını sıvamış, çalışmalara katılmıştı. Bu büyük odanın tüm duvarları yıkıldıktan sonra geriye yalnızca odanın ortasında duran görkemli fırın kalmıştı. İnşaat bittikten sonra gelenler eve hayran kalmışlardı. Ev eski evdi ama yine de çok farklıydı. Yeni açılan pencerelerden içeriye gün ışığı giriyordu. Gün ışığını istemediğindeyse ahşap panjurları çekiyordu. Çatı kirişlerini açığa çıkarmış, eski döşemeleri de sökmüştü.
Biri buranın kilise salonuna benzediğini söylemişti.
Bu sözlerden sonra da o odayı kutsal bir yer olarak değerlendirmeye başlamıştı. Orada tek başınayken kendini dünyanın merkezinde hissediyordu. Kendini tüm tehlikelerden uzakta, alabildiğine dingin ve huzurlu hissediyordu.
Bu kutsal yere çok sık gelemiyordu. Günlük yaşamı her zaman yoğundu. Zaman zaman evi satmayı bile düşünür olmuştu. Balyoz darbelerinin bile silip atamayacağı anılar vardı evde. Ne var ki yine de kendini buradan tam olarak soyutlayamıyordu. Ev, artık bir parçası olmuştu. Bazen bu evi savunması gerektiği bir kale gibi görüyordu.
Tam o sırada da Afrika’dan mektup gelmişti.
Ondan sonra da her şey birden değişmişti.
Bir daha da evi satmayı aklının ucundan bile geçirmedi.
28 Eylül günü öğleden sonra üçte Vollsjö’ye gelmişti. Hässleholm’den yola koyulmuş, kentin dışındaki evine gitmeden önce de yolda durup gerekli şeyleri satın almıştı. Bir terslikle karşı karşıya kalmamak için biraz fazla pipet almıştı. Nelere ihtiyacı olduğunu biliyordu. Dükkânın sahibi kadını başıyla selamlamıştı. O da gülümsemiş, hava ve o korkunç feribot kazasına ilişkin kısa süre sohbet ettikten sonra aldıklarının parasını ödeyip arabasına binerek yeniden yola koyulmuştu.
Evine en yakın komşuları evde değillerdi. Aslında Alman olduklarından genellikle Skåne’ye yalnızca temmuzda geliyorlardı.