Cehennem. Henri Barbusse
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Cehennem - Henri Barbusse страница 10
Kolayca ve doğallıkla geçmişe dönüveriyorlar. Sanki üşümüş gibi anılarına sarınıyorlar.
– Geçen gün, oradan ayrılmadan hemen önce, elimde bir mumla, tek başıma, odalarda dolaştım. Henüz uyanmakta olan ev, bana veda etmek için gözlerini açtı…
Bakımlı ve huzurlu bahçede düşündükleri hemen hemen tek şey çiçeklerdi. Başlarını kaldırıp baktıklarında, küçük gölü ve iki yanı ağaçlıklı yolu görüyorlardı. Bahçedeki kiraz ağacı, kışın, çimenler beyaz bir örtüyle kaplandığında, kardan çiçekleriyle bahardakinden daha çok çiçeklenmiş görünüyordu.
Dün, yine bu bahçedeydiler. İki kardeş gibi. Şimdiyse, hayat birden ciddi bir hale bürünüyor sanki ve onlar oyuna nasıl devam edeceklerini bilmiyorlar. Geçmişi öldürmek istediklerini görebiliyorum. İnsan yaşlandığında geçmişi ölüme terk ediyor, genç ve güçlüyken geçmişi öldürüyor…
Kız ayağa kalkıyor:
– Artık hatırlamak istemiyorum, diyor.
Oğlan devam ediyor:
– Birbirimize benzeyelim istemiyorum artık. Kardeş olalım istemiyorum.
Gözleri yavaş yavaş açılıyor:
– Sadece birbirimizin ellerine dokunabilmek! diye mırıldanıyor oğlan titreyerek.
– Kardeş olmak, hiçbir şey değil.
Tedirgin güzel kararların ve yasak meyvelerin zamanı şimdi. Önceden, birbirlerine ait değillerdi. Şimdi birbirleri için olmak istedikleri her şey olmanın zamanı.
Şimdiden, biraz utanıyor ve ne yaptıklarının bilincine varıyorlar.
Birkaç gün önce, akşama doğru, ailelerinin yasağını delip bahçeden çıkmak büyük bir keyif vermişti onlara.
– Büyükanne merdivenin başında durmuş, bize içeri girmemizi söylemişti…
“Ama biz yine de gittik. Ardında bir kuşun sürekli öttüğü bahçe duvarının üzerinde bir gedik vardı, oradan çıktık. Kuş, cıvıltısını da beraberinde götürerek uçtu. Rüzgâr yoktu. Neredeyse tamamen karanlığın içindeydik. Ağaçlar sessizdi, yaprak kımıldamıyordu. Yerdeki toz bile ölüydü. Gölgeler öylesine tatlılıkla sarmıştı ki bizi, neredeyse onlarla konuşacaktık. Gecenin gelişinden ürküyorduk. Her şey rengini yitirmişti. Karanlığın içinde parlayan azıcık aydınlık, çiçekleri, yolu, hatta buğday başaklarını gümüş rengine boyuyordu. Ve bu, dudaklarımı dudaklarınıza en fazla yaklaştırdığım andı.”
– Gece, diyor ruhu bir güzellik dalgasıyla dolup taşan kız, gece saçlarımı okşuyor…
– Elinizi tuttum ve o an anladım ki, hayat dolusunuz.
“Önceden, ne söylediğimi bilmeden ‘kuzenim Hélène’ diyordum. Artık o dediğim zaman bu, her şey anlamına gelecek…”
Dudakları bir kez daha birleşiyor. Dudakları ve gözleri, Adem ile Havva dudakları ve gözleri sanki. Dinler tarihiyle insanlık tarihinin bir çeşmeden akar gibi aktığı o ibret hikâyelerini hatırlıyorum. Cennetten gelen ışığın içinde, hiçbir şey bilmeden, amaçsızca dolaşıyorlardı. Varlardı ama sanki hiç var olmamışlardı. Bizzat Tanrı tarafından yasaklanmasına rağmen, merakın galip gelmesi sonucu sırrı öğrendiklerinde, aralarındaki farkı keşfedip, tenin büyük arzusunu hissettiklerinde, gök karardı. Acı dolu bir geleceğin gerçekliği üzerlerine çökmüştü. Melekler, akbabalar misali, peşlerine düşmüştü. Dünya üzerinde süründüler, ama aşkı yarattılar, ilahi zenginliğin yerine birbirlerine ait olmanın yoksulluğunu koydular.
İki küçük çocuk, bu sonsuz dramdaki rollerini alıyor. Birbirleriyle konuşurken, ‘sen’ kelimesine, kaybettiği itibarı geri veriyorlar:
– Seni daha çok sevmek isterdim… Seni çok daha güçlü sevmek isterdim, ama nasıl yapılır bilmiyorum… Sana zarar vermek isterdim, ama onu da nasıl yapacağımı bilmiyorum.
Hiçbir şey söylemiyorlar, sanki artık tek bir sözcükleri bile kalmamış gibi. Tamamen kendi dünyalarına dalıyorlar. Canlı olduklarının tek kanıtı, titreyen elleri.
Ellerinin hareketi, hayata yeni başlayan bedenlerine de ilham veriyor. Sarılmak, tek bir vücut haline gelmek için birbirlerine doğru eğiliyorlar. Aynı anda işlenen, tuhaf bir şekilde mutluluk veren bir suça doğru, el yordamıyla ilerliyorlar.
Onları çok iyi göremiyorum… Oğlanın elleri kızın bedenine uzanıyor galiba. Kız, gözlerinde bir parıltı, bekliyor. Etraflarını saran ateşli karanlıkta, oğlan yarı çıplak sanki. Aceleyle çıkarılıp fırlatılmış, etrafa saçılmış giysileri hayal ediyorum. Oğlanın erkekliği ayaklanıyor… Aralarında, yaşayan bir gizem, bir mucize gibi dikilen yabani çiçek. Derin, bağırsaklarından, etinden ve kalbinden farklı olmayan ve aralarında, yaşayan bir gizem, bir mucize, bir çocuk gibi dikilen yabanıl çiçek.
…Şüphesiz ki oğlan, kızın eteğini kaldırıyor, çünkü o korkunç sessizlikte, nefes nefese, anlaşılması güç, boğuk bir sesle şu cümleyi söylediğini duyuyorum:
– Bu, senin gerçek ağzın.
Korkunç bir aşk, gerçeğe dair büyük bir aşk, bedenimi duvardan söküp atarken, titriyorum… Sanki bu tutku onları yakıyor, akıllarını alıyormuş gibi korkup kalkıyorlar. Bu yüreğe dokunan macera şimdilik bitiyor. Tesadüf eseri gözlerimin önünde başladı, başka bir yerde devam edecek ve yine başka bir yerde son bulacak.
Henüz kalkmışlardı ki kapı açılıyor. Yaşlı büyükanne eşikte durup, başını içeriye uzatıyor. Gri saçlarıyla, hayaletler diyarından, geçmişten geliyor. Sanki kaybolmuşlar gibi onları arıyor. Alçak sesle isimlerini söylüyor… Sesinde, çocukların varlığıyla şaşırtıcı derecede uyumlu bir yumuşaklık, neredeyse hüzün var.
– Burada mısınız çocuklarım? Ne yapıyorsunuz burada? diyor art niyetsiz bir gülüş eşliğinde. Gelin hadi, sizi arıyorlar…
Yaşlı yüzü solgun olsa da, boynuna kadar kapalı elbisesiyle meleksi bir görünüşü var. Hayatın muazzam akışına hazırlanan bu ikilinin yanında, pasif, işe yaramaz bir çocuğa dönüşüyor…
Çocuklar kadının kollarına atılıp, alınlarını onun o kutsal dudaklarına dayıyorlar. Sanki sonsuza kadar veda ediyor gibiler.
Büyükanne gidiyor. Hemen ardından, onlar da, geldikleri gibi aceleyle çıkıyorlar. Görünmez ve yüce bir bağ öylesine bir araya getirdi ki onları, girerken olduğu gibi el ele tutuşmuyorlar. Ama eşikte durup bir kez daha birbirlerine bakıyorlar.
Şimdi oda kimsesiz