Altın çağ. Кеннет Грэм

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Altın çağ - Кеннет Грэм страница 5

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Altın çağ - Кеннет Грэм

Скачать книгу

resmen dilimiz tutulmuştu. Daha önce hiçbirimiz bu kadar çok parayı bir arada görmemiştik. Harold hemen olanları anlattı.

      “Bizim akrabayı istasyona götürdüm,” diye başladı. “Oraya doğru yürürken ona istasyon bekçisinin ailesinden falan bahsettim, kapıcıyı hizmetçimizi öperken gördüğümü anlattım, sonra onun çok cana yakın, alçakgönüllü, iyi huylu biri olduğunu ve düşündüğüm her şeyle ilgilendiğini söyledim. Ama anlattıklarımı dinliyor gibi görünmüyordu, onun yerine sigarasını tüttüre tüttüre yürüyordu, üstelik bir ara, emin değilim, ama sanırım şöyle dedi: ‘Oh, şükürler olsun ki bitti!’ Neyse, istasyona vardığımızda birdenbire durup ‘Dur bakalım!’ dedi. Ardından bunları gizlice elime sıkıştırdı. ‘Beni iyi dinle çocuk! Bunlar sen ve arkadaşların için. İstediğiniz şeyi alın, isterseniz koca bir ziyafet çekin, ama yaşlı insanlara söylemeyin, tamam mı? Şimdi doğru eve, hadi bakalım!’ diye öğüt verdi. Ben de doğruca buraya geldim.”

      Toplantımıza ciddi bir sessizlik çöktü, o sessizliği kıran küçük Charlotte oldu. “Hiç ama hiç aklıma gelmezdi,” diye dalgın dalgın yorum yaptı. “Dünyada bu kadar iyi insanlar olduğunu bilmiyordum. Umarım bu gece ölür, böylece doğrudan cennete gidebilir!” Bu sırada Selina pişmanlıktan hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, teselli fayda etmiyordu; çünkü aceleci davranıp o kar beyazından temiz bir ruha sahip insanı canavar olmakla suçlamıştı.

      “Size ne yapacağımızı söyleyeyim,” dedi Edward; takımımızın beyni, her zamanki gibi öne çıkmıştı. “Alacalı domuzun henüz bir adı yok, onun adını verelim. Böylece hatamız dolayısıyla üzgün olduğumuzu göstermiş oluruz!”

      “Ben… ben sabah o domuza bir isim verdim zaten,” diye suçluluk duygusuyla itiraf etti Harold. “Ona vaizin adını verdim hatta. Çok özür dilerim, ama siz erkenden yatağa gönderilince o gelip benimle oyun oynadı, o yüzden mecburmuşum gibi hissettim!”

      “İyi ama o sayılmaz ki,” diye aceleyle çıkıştı Edward. “Çünkü hepimiz orada değildik. O ismi geri çekeriz, yerine William Amca adını koyarız. Vaizin adını da diğer yavrulara saklarsın!”

      Karar hepimiz tarafından kabul edildi ve senato kararın ardından mutfak başkanlığının yolunu tuttu.

      KARGAŞA VE SEFER

      “Hadi bakalım,” diye lafa girdi Harold. “Şövalyeler ve yuvarlak kafalar oyununu oynayalım. Sen bu sefer yuvarlak kafalardan biri ol!”

      “Olmaz,” diye uyuşukça cevap verdim. “Onu daha dün oynadık ya. Ayrıca bu sefer yuvarlak kafa olma sırası bende değil.” Doğrusu epey tembel hissediyordum ve savaş çağrısı bir kulağımdan girip öbür kulağımdan çıkmıştı. En küçük üçlü olarak bostanda boylu boyunca uzanıyorduk. Güneş yakıcıydı, aylardan sıcak mı sıcak haziran ayıydı, ıslak çimenlerden fışkıran düğünçiçeklerinin bu kadar bol olduğu başka bir mevsim hatırlayamıyordum. Güne hâkim olan ton yeşil ve altın rengiydi. Oraya buraya koşuşturmayı ve terlemeyi içeren gürültülü rol yapma oyunları yerine, baştan aşağı yeşil ve altın rengiyle donatılmış hayali ve mayışmış bir dünyada, yeşil ve altın rengi kıyafetler giymiş soylular olarak uzanıp dinlenme rolü yapmak çok daha iyi olur diye düşünüyordum. Gelgelelim inatçı Harold bunu kabul etmezdi.

      “Peki öyleyse,” diye yeni baştan başladı. “Öyleyse Yuvarlak Masa Şövalyeleri oyununu oynayalım,” dedi ve hızla “Lancelot ben olacağım!” diye devam etti.

      “Lancelot ben olmazsam oynamam,” dedim. Ama ciddi değildim, şövalyeleri oynadığımız oyun hep bu şekilde bir inatlaşmayla başlardı, resmen gelenek olmuştu.

      “Yapma, lütfen,” diye yalvardı Harold. “Edward buradayken Lancelot olma şansımın olmadığını sen de biliyorsun. Kaç haftadır Lancelot olamadım!”

      İncelik gösterip isteğine boyun eğdim. “Pekâlâ, o zaman Tristan olurum.”

      “Hayır hayır, onu da olamazsın,” diye yine bağırdı Harold. “Charlotte her defasında Tristan oluyor. Tristan olmasına izin verilmezse oynamıyor. Bu seferlik başka biri ol.”

      Charlotte hiçbir şey söylemedi, hızlı hızlı soluyor ve doğruca önüne bakıyordu. Eşsiz avcı ve arpçı onun en özel fantastik kahramanıydı, o rolün başkasının beceriksiz ellerinde yitip gitmesini izlemektense mutsuz bir vaziyette havasız dersliğe dönmeyi bile göze alırdı.

      “İyi madem,” dedim. “Herhangi biri olurum, Sör Kay olayım bari. Hadi öyleyse!”

      Hikâye bir kez daha başladı ve zırh kuşanmış şövalyeler tekrar yola çıktı, hiç uygun giyinmemiş olsak da ağaçlıkları aşıp macera peşinde koştuk. On beş kişilik haydut grubu yenilip inlerine geri kaçtı. Bir kez daha genç kızlar kurtarıldı, ejderlerin karnı deşildi, bostanlığın her yanını mesken bellemiş devlerin gövdeleri ve çok sayıdaki başları birbirinden ayrıldı. Bu sırada Sarazen Palamides bizi kuyunun yanında bekliyordu, Sör Breuse Saunce Pite ise korkulu rüyası ve en büyük düşmanı olan o yetenekli mızrakçıyı görür görmez namertlik edip kaçmıştı. Camelot sınırları içindeki turnuva alanı bir kez daha süslendi, herkes neşeyle gülümsüyordu, ipek ve altınların ışıltısı göz kamaştırıyordu. Toprak, atların gümbürtüsüyle titredi; davullar hiddetle çalındı ve gökkubbe miğferlere vurulan kılıçların şangırtısıyla inledi. Ne getireceği belli olmayan gün bizi bir oraya bir buraya götürdü. En sonunda aman bilmez yüce Lancelot, savunma saflarını yarıp Sör Tristan’ı atından indirdi (epey kolay olmuştu) ve üstüne sıçradı, kaçınılmaz sonun geldiğini söylüyordu. Kernevek2 Şövalye Tristan o zor kazandığı şanı unutup yürek parçalayan bir tonla bağırdı: “Canımı yakıyorsun, bıraksana! Şimdi elbisemi yırtacaksın bak!” Bunun üzerine Sör Kay olaya müdahil olmak için öne atıldı, ama elma ağaçlarının ardında gördüğü manzara karşısında birdenbire durdu, çok uzaklarda kıpkırmızı bir ışıltı parıldıyordu. O esnada konuşmalar ve gülüşmelerle karışan at sesleri de kulaklarımıza gelmeye başlamıştı.

      “O nedir?” diye sordu Tristan, doğrulup üstünü silkeledi. Bu sırada Lancelot ata binmeyi ve savaşmayı bir kenara bırakmıştı, doğruca çitin yanına doğru koştu.

      Bir süre daha hareket etmeden durdum, sonra haykırdım. “Askerler geliyor!” Ben de çite doğru koştum, Charlotte da üstünü başını düzeltip arkamızdan geldi.

      Yolun aşağısından ikişer ikişer geldiler, rahat vaziyette yürüyorlardı. Al renkleriyle göz alıyorlardı, koşum takımları şıngırdıyor, eyerleri tatlı tatlı gıcırdıyordu. Bu sırada toz bulutu içindeki askerler tıpkı birer kahraman gibi pipolarını tüttürüyorlardı. Birlikler baş döndüren bir görkemle, şıngırtıları ve tıkırtılarıyla ilerliyorlardı; biz ise bir yandan bağırıyor, bir yandan onlara el sallıyor, tüm gücümüzle havaya sıçrıyorduk. Neşeli atlılar selamımıza karşılık vererek bizi onurlandırdılar. Önümüzden geçip uzaklaşmaya başlamışlardı ki çiti aştık ve peşlerine takıldık. Günlük yaşamımızda askerleri çok sık göremiyorduk ne de olsa. Geçen kıştan beri böylesini

Скачать книгу


<p>2</p>

Cornwall’da yaşayan Kelt halkı. (ç.n.)