Altın çağ. Кеннет Грэм
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Altın çağ - Кеннет Грэм страница 7
Belki terfiyle gelen heyecan yüzünden, belki de doğa ve muhteşem sabahın bir araya gelip beni asiliğe teşvik etmesi yüzünden, kahvaltımı yaptıktan ve geçen pazar gününde elime yüzüme bulaştırdığım duayı alnımın akıyla okuduktan sonra (herhangi bir kafiyesi ya da melodisi yoktu, pek güzel bir dua değildi yani), içimdeki küçük doğa adamının kanı kaynamaya başladı. En nihayetinde çelimsiz bir arabacıymışçasına ahırların önünü arşınlarken ve kendi kendime söylenirken “Derslerin cehennemin dibine kadar yolu var!” diyerek kestirip attım. Hem o sabah yalnızca coğrafya vardı; alan çalışmasının kendisi teorilerle dolu sayısız kitabın verebileceği derse eşdeğerdi. Ben seyahate çıkmayı kafaya koymuştum bir kere, o yüzden capcanlı ve renkli dış dünyayı keşfettiğim sırada ithalat ve ihracatlar, nüfuslar ve başkentler bekleyebilirdi.
Doğru, yanıma benim gibi asi bir dost gerekiyordu. Her zaman olduğu gibi Harold kesinlikle bana katılabilirdi. Fakat kendisi o sıralar epey gururluydu. Önceki hafta cezaya kalmıştı ve yeni bir cezayla onurlandırılmıştı, çünkü küçük bir süngerle Charlotte’ın oyuncak bebeklerinin yüzünü yıkamıştık, böylece en büyük korkusu salgın hastalıklar olan küçük kızı dehşete düşüren zararlı bir salgın görüntüsü yaratmıştık. Cezaya tam olarak nerede kalındığını kimse bilmiyor; ancak ceza konusu hepimizin boyunu aşan bir meseleydi, o yüzden böbürlenme ve genel anlamda hava atma aracı olarak görülüyordu. Kısacası yeni cezasını ve zincirlerini kucaklayan Harold şimdilik bana katılamazdı. Bu tarz bir iş için kızlara gitmek de olmazdı, çünkü gerekli azimden yoksunlardı ve tesis edilmiş otoriteyi küçük görüyorlardı. O yüzden çiti tek başıma, yalnız bir asi olarak aştım, medeni dünyanın geri kalanının derslerle boğuştuğu sırada patikaya doğru yola koyuldum.
Manzara her zamanki manzaraydı, ama her nasılsa bu sabah bambaşka görünüyordu. Cüretkâr gösteri, sahneyi yeni ve yabancı tonlarla boyuyordu; dahası, bireyi karın boşluğunun hemen altına vuran çürük bir hisle etkiliyordu. Öyle ki kahramanımızın kafası ne zaman o mürekkep lekeli ve pis kokulu dersliğe gitse, hissettiği o duygu daha da şiddetleniyordu. Bu gerçekten ben miydim? Yoksa biraz önce bahsettiğim derslikte düşüncelere dalmıştım da güler yüzlü gün ışığı altında maceradan maceraya atılan başka bir genç asiyi mi düşlüyordum? Her neyse, dostane kuyu her zamanki yerindeydi işte, patikanın azıcık ilerisinde beni bekliyordu. Yöre halkı omuzlarına astıkları çiğindirikle birlikte tıngırdayan kovalarını suyla doldurmak için buraya gelirlerdi, kovalardan damlayan sularla patikanın toprağı birleşince çamurdan solucanlar oluşurdu. Her iki kovanın içinde de çapraz tahtalar olurdu, kovadaki suyun üstünde yüzen bu tahta (bize söylendiğine göre) suyun dökülmesini engelliyordu. Bu tuhaf prensibin nasıl bir sihir sayesinde işlediğini, o çapraz tahtaları kimin keşfettiğini ve o keşfi sayesinde asilzade olup olamadığını merak ederdik hep. O su kuyusunu gerçekten bir dolu gizem çevreliyordu. Yakınlarda bir yerlerde eşekarısı yuvası vardı ve yalnızca bunu düşünmek bile yüreğimize korku salıyordu. Arıları gayet iyi tanıyor ve onları küçük görüyorduk, hatta kovanlarına çomak sokuyorduk. Öte yandan turuncuya bürünmüş o koca yaratıklar, üç kere sokmaları halinde bir atı bile öldürebilirdi. Yani bambaşka bir türlerdi, uyarı niteliğindeki vızıldamaları duyulur duyulmaz ihtiyatlı olmak ve geri çekilmek gerekiyordu. Ama bu kez etrafa hâkim olan durgunluğu ne köylüler ne de eşekarıları bozuyordu; görünüşe göre o vakitte tüm doğa ders görmekle meşguldü. Neyse, kuyudaki suyla azıcık oynadıktan sonra (hangi çocuk birazcık su görüp de oynamadan durabilmiştir ki?) eşekarılarının meskeninden sakına sakına çiti aştım ve kendimi koruluğun sessizliğine vurdum.
Patika ıssızdı, evet, ancak burası ıssızlığın resmen vücut bulmuş haliydi. Burada gizemin kendisi kol geziyor, sinsice saklanıyordu. Burada dikenlikler insanı yakalıyor ve kendi amaçları için esir tutuyordu, fidanlar ise yüzünü adeta insani bir garezle kamçılıyordu. Koruluk kocamandı, patikadan bakan gözler buranın o denli büyük olduğunu asla tahmin edemezdi. Ağaçlar nihayet aralandığında ve karşıma gün ışığına doğru akan bir derecik çıktığında epey sevindim. Bu neşeli yoldaşın yanı başında ilerlemeye başladım, düşüncelerimde yalnızca ama yalnızca doğa vardı, nasıl da her şeyi düşünüp etrafı su fareleri için uygun boyuttaki taşlarla donatmıştı. Sonra sandalların ve filikaların vazgeçilmez hizmetçisi akıntılar, girintili çıkıntılı koylar ve körfezler, korsanlar ve gizli hazinelerin saklanabileceği mağaralar vardı. Bilge tabiat ana hiçbir şeyi ihmal etmemişti. Bir süre sonra, tam olarak ne kadar olduğunu bilmiyorum, yoluma devam ediyordum ki akıntının sonuna geldim. Derecik yaklaşık iki metrelik dayanıklı bir tel örgüyle çevrelenmişti, ötedeki manzarayı görmemi engelleyen kalın mı kalın bir set ise hafif bir yay çizerek kıyının bir tarafından öbür tarafına kadar uzanıyordu.
Olayın heyecanı gitgide nefes kesici bir hal almaya başlamıştı. Yakınlarda siyah bir korsan bayrağı dalgalandığına şüphe yoktu. Karşımda gördüğüm şey, besbelli ki korsanların inlerini bombalamak üzere akıntıya indirdiğimiz silahlı sandalları bozguna uğratmak için tasarlanmış habis bir korsan icadıydı. Silahlı sandallar gerçekten de bocalayabilirdi, tel örgü o kadar sağlam duruyordu, set o kadar iyi çekilmişti; ama suyun hemen kıyısında bir tavşanın geçebileceği kadar bir açıklık buldum. Tavşanın geçebileceği delikten küçük bir çocuk da geçebilirdi elbette, tabii iki büklüm olup tek bacağını da suyun içine daldırması gerekirdi. Öyle de oldu. Nihayet içeri girdim, güvendeydim, ama karşımdaki manzara resmen nefesimi kesmişti.
Dikenlerle dolu metruk arazi arkamda kalmıştı, ormanlığın arapsaçını andıran dolaşıklığı arkamda kalmıştı. Onların yerini ise biçilmiş çimlere yuva olan, taştan kenarlı, oyma köşeli taraçalar almıştı. Artık mermer havzaların birinden ötekine doğru akan, ehlileştirilmiş ve yatıştırılmış akıntıya inen hoş merdivenler vardı. Her yanı kaplayan nilüferlerin arasında zaman zaman bir barbunya balığının kızıl rengi göze çarpıyordu. Bu manzara öğle vakti güneşinin yakıcı ışığı altında sessiz ve uykulu bir vaziyette uzanıyordu. Uyuklayan bir tavus kuşu çimenin üstüne çömelmişti, balıkların hiçbiri suların üstüne sıçramıyordu, etrafı çevreleyen çitlerin üstüne tüneyen tek bir kuş dahi yoktu. Uyku Bahçesi herkesten saklı bir cennetti!
O eski günlerde bilhassa güvenmediğim iki şey vardı: Av hayvanı bekçileri ve bahçıvanlar. Etrafta o uğursuz mizaçlı öcülerden herhangi bir iz olmadığını görünce çiçeklerle dolu bahçede hikâyemin olmazsa olmazını, yani prensesimi aramaya başladım. İçinde bulunduğum durum onun varlığını açık açık duyuruyordu. Öyle biri olmadan böylesi bir yer var olamazdı çünkü. Yasemin çiçekleriyle dolu bir bahçenin içinde yükselen altın tenteli bir çadır dikkatleri üstüne çekiyordu, o yasemin bahçesinin etraftaki çalılardan çok daha ayrı bir önemi olduğu belliydi. Eğer ortalarda bir prenses varsa, kesinlikle o çadırda oturuyor olmalıydı. İçgüdülerim ve prenseslerin mizacına dair azıcık bilgim haklı çıkmıştı, çünkü gerçekten de oradaydı! Öte yandan uyuduğu falan yoktu, hatta kıkırdıyor ve elini kendisiyle mermer oturağı paylaşan yetişkin adamın ellerinden kurtarmaya çalışıyordu. (Yaşlarına gelince, sanırım ikisi de yirmili yaşlardaydı. Ancak çocuklar böylesi ufak farklılıkları önemsemezler, onlar için yaşadığımız dünya iki farklı sınıfa ayrılmıştır: çocuklar ve yetişkinler. Yetişkinler