Antik yunan hikâyeleri. George W. Cox
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Antik yunan hikâyeleri - George W. Cox страница 2
Giritlilerin lideri söz aldı ve cesaretle konuştu: “Ey kralım, bizi evlerimizden uzağa, yabancı bir ülkeye getirdin. Burada yemeği nereden bulacağız? Bu çıplak kayalarda hiçbir ekin yetişmez, gözümüzün görebildiği yerde hiçbir yeşillik yok. Bütün arazi ıssız ve çorak.” Ama Zeus’un oğlu gülümsedi ve şöyle dedi: “Ah, aptal insanlar, ne çabuk sıkılıyor canınız. İsteğiniz buysa çaba ve zahmetten başka hiçbir şey kazanmayacaksınız. Ama beni dinleyin ve sözlerime kafa yorun. Elinizi uzatıp her gün bol bol adak kesin; o kurbanlar, insanoğlunun dört bir yandan benim arzumu öğrenip korku saatinde yardım dilemek için hızla buraya geldiğini görünce, akın akın size gelecekler. Siz yalnızca tapınağımı iyi koruyun ve ellerinizi temiz, kalbinizi saf tutun. Bu anlaşmaya uyarsanız, kimse ihtişamınızı alamaz sizden. Ama eğer yalan söyler, kötülük yaparsanız, sunağıma gelen insanların canını yakar ve onları yoldan çıkarırsanız, o zaman yerinize başka insanlar gelir ve siz de sözlerime itaat etmediğiniz için sonsuza dek dışlanırsınız.”
Niobe ve Leto
Uzun zaman önce, küçük bir ada olan Delos’ta Niobe adında bir kadın yaşardı. Bir sürü oğlu ve bir sürü kızı vardı. Kadın hepsiyle gurur duyar, Delos adasında ve hatta bütün dünyada onunkilerden daha güzel çocuklar olmadığını düşünürdü. Çocuklar o kayalık adanın tepelerinde ve vadilerinde hoplaya zıplaya koştururken herkes onlara bakar ve “Bütün dünyada Leydi Niobe’nin çocukları gibisi yok,” derdi. Niobe bunları duydukça öyle memnun oldu ki karşısına çıkan herkese oğullarının ve kızlarının ne kadar güçlü ve güzel olduğunu anlatarak böbürlenmeye başladı.
Bu Delos adasında bir de Leydi Leto diye biri yaşardı. Onun yalnızca iki çocuğu vardı ve adları Artemis ile Phoebus Apollon’du. Onlar da gerçekten güçlü ve güzel çocuklardı. Leydi Niobe ne vakit onları görse, kendi çocuklarının daha güzel olduğunu düşünmeye çalışır fakat yine de hayatında Artemis ve Apollon kadar muhteşem varlıklar görmediğini hissetmekten alamazdı kendini. Günün birinde Leydi Leto ve Leydi Niobe bir aradaydı ve çocukları önlerinde oynuyordu. Phoebus Apollon önce altından arpını çaldı, ardından altın yayıyla hedefi hiç şaşırmayan oklarını attı. Ama Niobe ne Apollon’un yayından ne de sadağındaki oklarından söz açtı ve Leydi Leto’ya çocuklarının güzelliğini överek böbürlenmeye başladı. “Yedi oğluma ve yedi kızıma bak da ne kadar güçlü ve güzel olduklarını gör Leto. Apollon ve Artemis de güzel, biliyorum ama yine de benim çocuklarım daha güzel. Hem senin yalnızca iki çocuğun var. Benimse yedi oğlum ve yedi kızım.” Niobe böyle böbürlenip durdu ve Leto’yu kızdıracağını aklına bile getirmedi. Leto, Niobe ile çocukları gidene kadar hiçbir şey söylemedi. Sonra Apollon’u çağırdı ve ona dedi ki, “Leydi Niobe’yi sevmiyorum ve senden ona hiçbir çocuğun benimkilerden daha güçlü ya da daha güzel olamayacağını göstermeni istiyorum.” Phoebus Apollon’un genç, güzel yüzü öfkeyle karardı ve gözleri yanan alevlere benzedi. Hiçbir şey söylemeden altın yayını eline aldı ve sadağından bir ok çekti. Sonra yayı kaldırdı ve iyice gerilene kadar göğsüne doğru çekti. Ardından da oku serbest bıraktı. Ok dosdoğru hedefine gitti ve Leydi Niobe’nin oğullarından biri öldü. Apollon yayına hızla bir ok daha gerdi. Sonra bir tane daha, bir tane daha ve bir tane daha. Ta ki Niobe’nin bütün oğulları ve kızları bir bir ölüp tepenin yamacına yığılana dek devam etti. Apollon daha sonra Niobe’ye seslendi ve “Hadi şimdi de gidip güzel çocuklarınla böbürlen,” dedi.
Her şey o kadar hızlı oldu ki Niobe bunun bir rüya olmadığına güç ikna oldu. Daha az önce yanı başında mutlu ve sapasağlam görmüş olduğu çocuklarının, bütün oğullarının ve kızlarının gittiğine bir türlü inanamadı. Ama orada, yerde kaskatı ve hareketsiz yatıyorlardı. Gözleri, sanki uykuya dalmış gibi kapalıydı ve yüzleri mutlu bir tebessümle donup kalmıştı. Bu da onları her zamankinden daha güzel gösteriyordu. Niobe tek tek hepsinin başına gidip buz kesmiş ellerine dokundu ve solgun yanaklarını öptü. Phoebus Apollon’un oklarının onları öldürdüğünü böylece idrak etti. Sonra çocuklarının yakınındaki bir taşın üzerine oturdu. Aynı ölü çocukları gibi kaskatı dururken gözünden süzülen yaşlar yanaklarından aşağı akmaya başladı. Ne başını kaldırıp masmavi göğe baktı ne de elini kolunu kıpırdattı. O soğuk taşın üzerinde, taş gibi soğuyana dek hareketsizce oturup gözyaşı döktü. Kalbi artık durana dek gözyaşları akmaya, bedeni gittikçe soğumaya devam etti ve sonunda Leydi Niobe öldü. Ama hâlâ orada oturmuş ağlarken görülüyordu, zira o büyük acısı onu taşa döndürmüştü. O taşın yakınına ne zaman bir insan gelse, “Bakın, şurada taşa dönüşmüş Leydi Niobe oturuyor. Sürekli, hiçbir çocuğun onlardan daha güzel olamayacağını söyleyerek çocuklarıyla övündüğü için Phoebus Apollon, bütün çocuklarını öldürdü.” Çok zaman sonra, taş iyice eskiyip yosunlarla kaplandığında bile insanlar Leydi Niobe’nin şeklini gördüklerini düşünüyordu, çünkü yakından bakıldığında bir kadına hiç benzemeyen taş, belirli bir mesafeden bakılınca orada oturmuş Phoebus Apollon’un öldürdüğü güzel çocuklarının yasını tutan Niobe’yi andırıyordu.
Daphne
Güzeller güzeli Daphne, çocukluğunun en mutlu günlerini Peneios nehrinin Olimpos’un zirvesinden denize doğru aktığı Tempe vadisinde geçirdi. Sabahın serinliğinde, doğan güneşin ilk ışıklarını selamlamak için sarp kayalıklara tırmanırdı. Apollon, ateşli atlarını gökyüzünde sürerken arabasının batıdaki dağların ardından batışını izlerdi. Tepelerde ve vadilerde bahar rüzgârı gibi özgür ve hafif, gezinir dururdu. Etraftaki diğer genç kızlar aşktan bahsedip dururken Daphne erkeklerin sesine pek kulak vermezdi. Oysa çoğu erkek, onu kendine eş yapmak istiyordu.
Günün birinde Daphne, Ossa’nın yamaçlarında sabahın ilk ışıltısı altında dururken önünde ihtişamlı bir suret belirdi. Yeni doğmuş güneşin ışınlarının altın rengi parıltısı adamın yüzüne vurdu ve Daphne, Phoebus Apollon’u tanıdı. Apollon hızla ona doğru koşarak “Buldum seni Sabahın Çocuğu,” dedi. “Herkesten saklanabilirsin ama benden kaçamazsın. Uzun zamandır seni arıyordum, artık benim olacaksın.” Ama Daphne’nin yüreği cesaretle dolu ve güçlüydü. Öfkeden yanakları kızardı, gözleri ateş saçtı. “Ben ne aşk bilirim ne de esaret. Derelerin ve tepelerin arasında özgürce yaşarım. Özgürlüğümü kimseye verecek değilim,” dedi. Bunun üzerine Apollon’un yüzü öfkeyle karardı. Genç kızı yakalamak için yaklaştı ama kız rüzgâr gibi hızla kaçtı. Daphne’nin ayakları tepelerde ve vadilerde, uçurum kenarlarında ve nehirde, havada süzülen sonbahar yaprakları gibi usulca gezindi. Ancak Phoebus Apollon gitgide yaklaşırken kız da güçten düşmeye başladı. Sonunda kollarını uzattı ve Leydi Demeter’den yardım diledi. Ama Demeter onun yardımına gelmedi. Daphne’nin başı dönüyor, zayıflıktan eli ayağı titriyordu. Thessaly düzlüklerinde akıp giden geniş bir ırmağın kıyısına vardığında Phoebus’un nefesini ensesinde hissediyordu, adam elbisesine uzanmıştı. Daphne tam o esnada “Peneios baba, evladını kabul et!” diye çılgınca haykırdı ve ırmağa atladı. Irmağın suları usulca örttü üstünü.
Daphne gitti ve Apollon böyle özgür bir genç kızın peşine düşecek denli