Beyaz muhafız. Михаил Булгаков
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Beyaz muhafız - Михаил Булгаков страница 12
“Hıh! Her şeyi de biliyor” diye alaycı bir tonda lafa karıştı, Mişlayevski.
“Beyler! Bırakın da konuşsun.”
“Kayzer, Ataman ve maiyeti hakkında cana yakın bir şekilde konuştuktan sonra şöyle dedi: ‘Artık sizleri baş başa bırakayım beyler; bundan sonraki konuşmaları yönetecek olan kişi…’ Perdeler aralandı ve Çar II. Nikolas salona girdi. ‘Ukrayna’ya geri dönün beyler’ dedi. ‘Ve alaylarınızı hazırlayın. Zamanı geldiğinde bizzat orduların başına geçeceğim ve birlikte Rusya’nın kalbine, Moskova’ya gideceğiz.’ Bu sözlerin ardından kendini tutamadı ve ağlamaya başladı.”
Şervinski, gözlerinin içi gülerek etrafındakilere baktı. Sonra bir kadeh şarabı tek seferde içip yüzünü buruşturdu. Tekrar yerine oturup bir dilim jambonu midesine indirene kadar da odadaki sessizlik bozulmadı.
“Bunlar var ya, bunların hepsi dedikodudan ibaret” dedi, Aleksey Turbin. Acı bir ifadeyle kaşlarını çatmıştı. “Bu hikâyeyi daha önce de duymuştum.”
“Hepsi öldürüldü” dedi, Mişlayevski. “Çar, Çariçe ve veliaht.”
Şervinski yan tarafa, sobaya doğru döndü. Derin bir nefes alarak söze başladı:
“Eğer buna inanıyorsanız, büyük bir hata yapıyorsunuz. Majesteleri İmparator’un ölümü ile ilgili haberler…”
“Birazcık abartılmış” dedi, Mişlayevski. Bu, sarhoş bir espri denemesiydi.
Elena kızgınlıktan titremeye başlayınca avazı çıktığı kadar bağırdı.
“Kendinden utanmalısın Viktor! Bir de subay olacaksın.”
Mişlayevski tekrardan sise gömüldü.
“…belli bir amaç güdülerek Bolşevikler tarafından uyduruldu” diye devam etti, Şervinski. “İmparator kendisinin sadık eğitmeni yardımıyla kaçmayı başardı, şey, affedersiniz, Çariçe’nin eğitmeninin yardımıyla. Mösyö Gilliard ve birkaç subay onu, şeye, Asya’ya götürdüler. Oradan Singapur’a, sonra da deniz yoluyla Avrupa’ya gittiler. İmparator şu anda Kayzer Wilhelm’in misafiri.”
“İyi de Kayzer’in kendisi de ülkesinden kovulmadı mı?” diye sordu, Karas.
“İkisi birlikte Danimarka’da, Danimarka Prensesi olarak doğmuş olan Majesteleri İmparatoriçe Maria Fyodorovna’nın yanındalar. İsterseniz bana inanmayın ama ben bu haberi bizzat Ataman’dan duydum.”
Nikolka içten bir şekilde inledi. Ruhu şaşkınlık ve şüpheyle kıvranıyordu. Ona inanmak istiyordu.
“O halde, eğer bu doğruysa” diye söze girdi, aniden. Ayağa fırladıktan sonra yüzündeki yaşları sildi. “Kadeh kaldıralım: Majesteleri İmparator’un sağlığına!” Kadeh, üzerine gelen ışıkla parladı. Kenarındaki kesme kristal oklar Alman malı beyaz şarabı delip geçti. Çizmelerin mahmuzları sandalyelerin ayaklarına çarpıyordu. Mişlayevski, sallanarak ayağa kalkıp masaya sıkıca tutundu. Elena da ayağa kalktı. Hilal biçiminde örülmüş altın renkli saçları çözülüp şakaklarına dökülmüştü.
“Ölüp ölmemesi umrumda bile değil” diye haykırdı, Elena. Izdırap dolu bir ifadesi vardı. “Artık ne fark eder ki? Ona içiyorum.”
Aleksey, “Dno İstasyonu’nda tahttan feragat edişi asla affedilmeyecek. Asla. Fakat bugün daha acı bir tecrübeyle öğrenmiş bulunuyoruz ki Rusya’yı ancak Monarşi kurtarabilir. Bu yüzden eğer Çar öldüyse, yaşasın yeni Çar!” diye haykırarak kadehini kaldırdı.
“Hurra! Hurra! Hurra!” şeklinde haykırarak yemek odasını inlettiler.
Vasilisa ise alt katta soğuk terler döküyordu. Birden uyandı, tiz bir çığlık attı. Bu çığlığı karısı Wanda’yı da uyandırdı.
Wanda, Vasilisa’nın geceliğini sıkıca kavrayarak, “Tanrım, Yüce Tanrım…” diye mırıldandı.
“Neler oluyor? Saat sabahın üçü!” Ağlamakta olan Vasilisa siyah renkli tavana bakarak avazı çıktığı kadar bağırdı. “Bu sefer bunlardan gerçekten şikayetçi olacağım!”
Wanda homurdandı. İkisi de bir anda kaskatı kesildiler. Tavandan aşağı doğru oldukça belirgin bir şekilde gelen kalın ve bulanık bir ses dalgası, adeta bir çan gibi çınlayan, kuvvetli bir bariton yankılanıyordu:
“…Tanrı Majestelerini Korusun…
“…Rusya’nın Çarını…”
Vasilisa’nın kalbi durdu. Ayakları bile soğuk terler döküyordu. Dilinin keçeleştiğini hissediyordu. Doğru düzgün konuşamadı:
“Hayır… olamaz… bunlar çıldırmış… Bizi asla canlı olarak kurtulamayacağımız bir belanın içine sürükleyecekler. Eski milli marşı söylemek yasak! Tanrım, ne halt ediyor bunlar? Sokaktan geçenler seslerini duyacak, Tanrı aşkına!”
Wanda kendini adeta bir taş gibi yatağa bırakıp çoktan uykuya dalmıştı. Fakat Vasilisa yukarıdan gelen son melodiler de söylenip bitene kadar yatamadı.
“Rusya bir tek Ortodoks inancını ve tek bir Çar’ı kabul eder!” diye bağırdı, Mişlayevski, sallanarak.
“Doğru!”
“Bir hafta önce… tiyatroda… Birinci Paul oyununu izlemeye gittim” diye mırıldandı, Mişlayevski, kısık bir sesle. “Ve sahnedeki aktör o sözleri söylediğinde sessiz kalamadım ‘Doğru!’ diye haykırdım -ve ne oldu biliyor musunuz? Herkes alkışladı. ‘Geri-zekalı!’ diye bağıran üst tabakadan birkaç kişi dışında herkes.”
“Kahrolası Yahudiler” diye gürledi, Karas. Artık o da neredeyse Mişlayevski kadar sarhoştu.
Yoğun bir sis onları sarıp sarmaladı… Ding-dong! Dingdong!… Artık daha fazla votka-hatta şarap bile- içilmemesi gereken safhayı çoktan geçmişlerdi. Sırada kendinden geçme ya da mide bulantısı aşamaları vardı. Tavandaki lambanın adeta efsunlanmış gibi sallanarak dans ettiği dar tuvalette her şey bulanıklaşmış ve hiç durmadan dönüyordu. Beti benzi atmış, acınacak haldeki Mişlayevski şiddetli bir şekilde kustu. Kendisi de sarhoş olan Aleksey Turbin yanağındaki kas seğirmesi ile berbat görünüyordu, Mişlayevski’ye yardımcı olmaya çalışırken saçları oldukça ıslak bir halde alnına yapışmıştı.
“Haaarrghh!”
Nihayet Mişlayevski inleyerek kafasını lavabodan kaldırdığında acı içinde bulanık gören gözlerini netleştirmeye çalıştı. Daha sonra pörsük bir çuval gibi Aleksey’in koluna sıkıca dayandı.
“Ni-kolka!” Sisin ve siyah noktaların arasından birinin sesi gürledi. Aleksey’in bunun kendi sesi olduğunu anlaması birkaç saniyesini aldı. “Nikolka!” diye tekrar etti. Bembeyaz tuvaletin duvarı kendiliğinden açıldı ve rengi yeşile döndü. “Tanrım, ne kadar iğrenç, mide bulandırıcı. Yemin ederim bir daha asla votka ile şarabı karıştırmayacağım.