Beyaz muhafız. Михаил Булгаков
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Beyaz muhafız - Михаил Булгаков страница 8
Elena ani bir refleksle başını kaldırdı.
“Bir dakika” dedi. “Aleksey ve Nikolka’ya Almanların bize ihanet ettiklerini söylememiz gerekmiyor mu?”
Talberg kıpkırmızı oldu.
“Tabii, elbette, kesinlikle söyleyeceğim… Ya da daha iyisi onlara sen kendin söyle. Gerçi sen de söylesen durumun pek değişeceği yok ya.”
Bir an için Elena tuhaf bir hisse kapıldı, fakat bunu dışarı vuracak zamanı yoktu. Talberg onu öpüyordu ve bir an için o iki katmanlı gözlerinde tek bir duygu göründü –şefkat. Elena her ne kadar kendisini gözyaşlarına boğulmaktan alıkoyamasa da sessizce ağladı. Her şeye rağmen o annesinin kızıydı ve güçlü bir kadındı. Sırada Talberg’in Elena’nın oturma odasındaki kardeşleriyle vedalaşması vardı. Bronz lambadan gelen pembemsi bir ışık, odanın köşesini aydınlatıyordu. Piyanonun o bilindik beyaz tuşları görünüyordu ve Faust operasının çarpıcı notalardan oluşan melodisi koyu karanlık sözlerden oluşan şiirinin üzerinde dolaşıyor ve neşeli, sakallı Valentine şarkıya başlıyordu:
“Sana yalvarıyorum, kız kardeşim için sana yalvarıyorum,
Ona acı, merhamet et!
Onu koru, sana dua edeceğim.”
O anda daha önce hassas duygularla ilgili bir kez bile dua etmemiş olan Talberg bile o karanlık akorların yoğunluğunu ve Faust operasının notalarının sayfaları yırtık pırtık eski aile kopyasını anımsadı. Talberg bir daha asla, “Ah Ulu Tanrım” kavatini ve Elena’nın Şervinski’ye şarkı söylerken eşlik edişini duyamayacaktı. Fakat Turbinler ve Talbergler, bu hayattan göçtükten uzun yıllar sonra bile o notalar tekrar tekrar çınlayacak, Valentine sahne ışıklarının altında yürüyecek, parfüm aromaları şişelerinden esinti halinde yayılacak ve güzel kadınlar lamba ışıkları altında bu müziği çalacaklardı. Çünkü Faust, tıpkı “Zaandam’ın Gemi Ustası” gibi ölümsüzdü.
Talberg hazırladığı cümleleri söylerken piyanonun yanında durdu. İki erkek kardeş kaşlarını kaldırmamaya gayret ederek nazik bir sessizlik içinde onu dinlediler –küçük kardeş gururundan, büyük kardeş ise cesaretsizlikten. Talberg konuşurken sesi titriyordu.
“Elena ile ilgilenirsiniz, değil mi?” Talberg’in gözlerinin üst tabakası endişeli ve rica eder bir bakışla onlara bakıyordu. Kekeledi, kaygılı bir tavırla cep saatine bakarak gergin bir tonda konuşmaya devam etti: “Gitme zamanı.”
Elena kocasını kucakladı, onun üzerinde telaşla yarım yamalak bir istavroz çıkardı ve onu öptü. Talberg uçları kırpılmış sert bıyıklarını kayınbiraderlerinin yanaklarına sürttü. Gergin bir bakışla cüzdanındaki kalın kağıt tomarlarını kontrol etti. İnce Ukrayna parası destesini ve Alman marklarını yeniden saydı. Gergin bir şekilde gülümseyerek arkasını döndü ve gitti. Apartman boşluğundaki ışık yanmaya devam ederken merdivenlere çarpan bavulunun sesi duyuluyordu. Tırabzanların üzerinden aşağıya eğilen Elena’nın gördüğü son şey kocasının kapüşonunun sivri tepesiydi.
Gece saat birde, gri bir kurbağaya benzeyen zırhlı bir tren beşinci perondan hareket etti. Karanlık mezarlıkların arasından geçen art arda sıralanmış boş nakliye vagonları homurdanarak hızlanırken lokomotifin kül kapağından sıcak kıvılcımlar çıkıyor ve tren vahşi bir canavar gibi bağırıyordu. Yedi dakikada on kilometre yol alan tren çatırtılar ve parıldayan ışıklar eşliğinde kükreyerek, hem yolcu vagonlarına sıkış-tepiş doluşmuş yolcuların, hem de koruma görevinde bulunan harbiyelilerin ve yedek subayların arasında belli belirsiz bir umut ve gurur uyandırarak Post-Volynsk’e ulaştı. Zırhlı tren, yavaşlamadan ana hatta geçip cesurca Alman sınırına doğru ilerledi. Onun geçişinden on dakika sonra, devasa bir lokomotifi olan bir yolcu treni ışıl ışıl aydınlatılmış düzinelerce penceresi ile Post-Volynsk’ten geçti. Vagonların sonundaki platformlarda beliren Alman askerleri dikkat çekiyorlardı. Dikili taşlarmışcasına devasa görünen askerlerin süngüleri parıldıyordu. Pencereden dışarı sızmakta olan titrek ışık demetlerinin üzerlerine vurmasıyla görünür hale gelen, soğuktan kamburları çıkmış makasçılar, uzun yolcu vagonlarının, kesişim noktası üzerinden gürültüyle geçişini izlediler. Bir süre sonra her şey yeniden görünmez hale geldi ve harbiyeliler kıskançlık, gücenme ve telaş hisleriyle kalakaldılar.
Aniden esen bir kar fırtınası harbiyelileri taşıyan yolcu vagonlarına bir kırbaç gibi çarparken “Kahretsin…” diye sızlanan bir ses geldi, makastan. O gece Post karla kaplanmıştı.
O lokomotifin ardındaki üçüncü vagonda, damalı kumaşla kaplı bir kompartımanda Alman bir teğmenle karşılıklı oturan Talberg, Almanca konuşuyordu.
Arada sırada, oldukça yavaş bir şekilde “Oh, ja” diyerek konuşmaya dahil olan şişman bir teğmen, ağzındaki puroyu çiğnemeye devam ediyordu.
Nihayet teğmen uykuya dalıp, diğer bütün kompartımanların kapıları da kapandıktan sonra ve parlak bir şekilde aydınlatılmış vagonun birbirini takip eden tek düze seslerinden başka duyulan bir ses kalmadığında Talberg koridora çıktı, üzerlerinde şeffaf olarak “S.-W.R.R “ harfleri bulunan soluk renkli perdelerden birini açıp karanlığa doğru baktı. Karanlığın içinden zaman zaman bir anda beliren parlak kar taneleri, aynı anda geçip giderek gözden kaybolurken, ön tarafta hızla yoluna devam eden lokomotifin uğultusu öylesine uğursuz ve öylesine tehditkardı ki Talberg bile kendini kötü hissetmişti.
III
13 numaralı binanın alt katında bulunan, mühendis ve ev sahibi Vasili Lisoviç’in yaşadığı dairede gecenin bu saatinde tam bir sessizlik hüküm sürüyordu. Yalnızca ara sıra yemek odasındaki bir fare tarafından bölünen bir sessizlik. Israrlı bir şekilde küflenmiş bir peynir kabuğunu kemirmeye çalışan fare, mühendisin karısı Wanda Mikhailovna’nın cimriliğine lanet okuyordu. Bu küfürlerin muhatabı olan sıska ve kıskanç Wanda, o sırada nemli ve soğuk evinin yatak odasında derin bir uykudaydı. Lisoviç ise kalın perdeli, kitaplarla dolu, içinde olması gerekenden daha fazla eşya bulunan, bu nedenle de insanda fazlasıyla samimi bir izlenim bırakan çalışma odasında uyanık vaziyetteydi. Mısır Kraliçesi biçiminde ve üzerinde yeşil renkli çiçekler bulunan bir avize, odayı yumuşak ve gizemli bir ışıkla aydınlatıyordu. Bu odada gizemli bir şey daha vardı. O da büyük, deri koltuğuna gömülmüş mühendisin ta kendisiydi. O koltukta oturan adamın Vasili Lisoviç değil de Vasilisa olması, ne zaman ne olacağı bilinmeyen bu günlerin belirsizliğini ve gizemini her şeyden daha iyi bir şekilde ifade edebilirdi… Kendisi, elbette adının Lisoviç olduğunu söylüyor, onunla görüşen birçok insan da ona Vasili diye hitap ediyordu. Ancak bunu yalnızca yüzüne karşı yapıyorlardı. Arkasından konuşurken herkes ondan Vasilisa diye bahsediyordu. Bütün bunlar 1918 yılının Ocak ayında, şehirde birbirinden garip şeyler yaşanmaya başladıktan sonra oldu. O günlerde, 13 numaralı binanın sahibi imzasını değiştirdi ve ileride bir gün kendisi aleyhinde kullanılabilecek herhangi bir belgeyle karşılaşmaktan korktuğu için bütün belgeleri, sertifikaları, emirleri ve karneleri “Vas. Lis.” şeklinde