Beyaz muhafız. Михаил Булгаков
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Beyaz muhafız - Михаил Булгаков страница 5
“Keçe bot” Mişlayevski ağlayarak onu taklit etti. “Keçe…”
Sıcaktan ellerine ve ayaklarına dayanılmaz bir ağrı girmişti. Mişlayevski, Elena’nın mutfağa doğru giden ayak seslerini duyduğu anda gözyaşları içinde öfkeyle haykırdı:
“Tam bir hengameydi!”
Acı içinde kıvranıp hırıldayarak yere çöktü ve çoraplarını göstererek inledi:
“Çıkarın şunları, çıkarın…”
Donmuş uzuvları çözülürken berbat bir ispirto kokusu duyuldu. Sadece ufak bir kadeh votka içen Mişlayevski anında kendinden geçti, gözleri puslandı.
“Tanrım, sakın bana kesilmeleri gerektiğini söylemeyin…” dedi, acıyla sandalyesinde ileri geri sallanarak.
“Saçmalama, elbette kesilmeyecekler. İyileşeceksin… Evet, başparmağın donmuş. İşte… Acısı geçecek.”
Mişlayevski’nin katılaşmış tahta gibi elleri ağır ağır bir bornozun koluna girerken Nikolka çömelip ona bir çift temiz siyah çorap giydirdi. Yanaklarında kırmızılıklar beliren Teğmen Mişlayevski, temiz iç çamaşırları ve bornoz içinde yüzünü buruşturarak ısınıp hayata döndü. O sırada camlara vuran bir küfür dalgası da odayı çınlattı. Mişlayevski, öfkeyle gözlerini kısmış, birinci sınıf tren vagonlarındaki karargah personelinden Albay Şetkin’e, soğuk havadan Peltyura’ya, Almanlara ve kar fırtınasına küfürler yağdırıyordu. En hoyrat küfürleri de Ukrayna’nın kendi Ataman-lığına etti.
Aleksey ve Nikolka, ısındığı için konuştukça çözülen ve çözüldükçe arada sevimli sesler çıkaran çenesini izliyorlardı.
“Ataman! Orospu Çocuğu!” diye homurdandı, Mişlayevski. “Atlı süvariler neredeydi ha, sarayda mı? Biz de savunduklarımız için yollandık… Karla ve fırtınayla geçen günler… Tanrım! İşimiz bitti sandım… İki yüz metrelik mesafede aralıklı olarak tek sıra dizilmiş subaylar, o kadar –buna savunma hattı mı denir? Tavuklar gibi katledilmeyişimizin tek nedeni Tanrı’nın inayetidir!”
Küfür sağanağından başı dönen Turbin, “Bir dakika” diyerek araya girdi. “Handa senin yanında kim vardı?”
“Hıh!” Mişlayevski’nin yüzü kızgın bir ifadeye büründü. “Nasıl bir şey olduğunu bilmene imkan yok! Orada kaç kişi olduğumuzu sanıyorsun? Kırk kişiydik. Sonra o puşt Albay Şetkin geldi ve (Mişlayevski nefret ettiği Albay Şetkin’in konuşmasını taklit etmek için yüz ifadesini değiştirdi. İnce, rahatsız edici bir pelteklikle konuşmaya başladı): ‘Beyler, sizler şehrin son umudusunuz. Sizin göreviniz Rus şehirlerinin anasının size duyduğu güvenle hayatta kalmaktır. Olur da düşman görünür ya da saldırırsa, Tanrı bizden yana! Altı saat sonra sizi rahatlatacak bir müfreze göndereceğim. Fakat yalvarırım cephanenizi muhafaza edin.’ (Mişlayevski tekrar normal konuşmasına döndü) dedi, sonra da emir astsubayıyla birlikte arabalarına binip gözden kayboldular. Karanlık –iblisin kıç deliğinde olmak gibiydi! Soğuk da bütün yüzümüzü uyuşturuyordu.”
“İyi ama Tanrı aşkına orada ne işiniz vardı? Petlyura’nın Kızıl Han’da olamayacağı kesin!”
“Tanrı bilir. Sabah olduğunda aklımızı kaçırmak üzereydik. Gece yarısı olduğunda hâlâ orada gelecek müfrezeyi bekliyorduk. Ancak en küçük bir iz bile yoktu. Destek gelmemişti. Tabii ateş de yakamıyorduk, en yakın kasaba iki buçuk kilometre mesafedeydi. Han da sekiz yüz metre kadar uzaktaydı. Gece olunca bir şekilde bir şeyler görmeye başlıyorsun, tarlalarda hareket var gibi geliyor. Düşmanın sürünerek sana yaklaştığını sanıyorsun… Gerçekten gelseler ne yaparız diye düşündüm. Acaba tüfeğimi bırakır mıydım –ateş eder miydim, etmez miydim? Ateş etmek cazip geliyordu. Orada öylece durup kurtlar gibi uluduk. Haykırdığında hattan biri cevap veriyordu. Nihayet tüfeğimin dipçiğiyle karda bir çukur kazdım, orada oturdum ve uykuya dalmamaya çalıştım. O soğukta uykuya daldığın anda işin biter. Sabaha doğru artık daha fazla dayanamıyordum –içim geçmeye başlamıştı. Beni ne kurtardı, biliyor musun? Makineli tüfek ateşi. Şafak sökerken iki üç kilometre uzakta başladığını duydum. Ve ister inan, ister inanma ayağa kalkmak bile istemedim. Sonra top sesleri gelmeye başladı. Bacaklarımın her biri adeta bir tonmuş gibi hissediyordum, o hisle ayağa kalktım: ‘Buraya kadar. Petlyura kapıya dayandı.’ Birbirimize doğru geldik, hattı kısalttık. Böylece birbirimize seslenecek kadar yakın olacaktık ve eğer bir şey olursa birbirine yakın mesafeli bir grup oluşturacak, istikametimize doğru ateş açacak ve şehre doğu geri çekilecektik. Eğer bizi ezip geçerlerse çok yazık olacaktı. Ama en azından birlikte olacaktık. Sonra bir düşün, ateş kesildi. Sabahın ilerleyen saatlerinde üçerli gruplar halinde sırayla hana gidip ısındık. Bilin bakalım destek ne zaman geldi? Bu öğleden sonra saat ikide. Birinci Müfreze’den iki yüz tane yedek subay. Ve ister inanın, ister inanmayın hepsi de kürklü kalpaklardan keçe postallara kadar olması gerektiği gibi giyinmişlerdi. Bir makineli tüfek takımları vardı. Başlarında da Albay Nai-Turs vardı.”
“Ah! O bizimkilerden biri!” diye haykırdı, Nikolka. “Bir dakika, o Belgrad Süvarileri’nden değil miydi?” diye sordu, Aleksey.
“Evet, öyle o, bir süvari… Tahmin edeceğiniz gibi bizi görünce dehşete düştüler: ‘En az iki tane makineli tüfek takımınız olacağını düşünmüştük, bu halde nasıl başa çıktınız?’ dediler. Anlaşılan şafak vakti açılan ateş, yaklaşık bin kişilik bir birlik tarafından Serebryanka’ya yapılan bir saldırıymış. Bizim mıntıkanın ince bir hat tarafından korunduğunu bilmiyor olmaları şanstı, yoksa o çete şehre girebilirdi. Serebryanka’daki vatandaşlarımızın Post-Volynsk’e bağlı bir telefon hatlarının olması da şanstı. Saldırı altında olduklarını haber vermişler ve birkaç batarya da düşmana bir miktar şarapnel göndermiş. Kısa süre sonra heveslerinin kırıldığını, saldırıdan vazgeçtiklerini ve kayıplara karıştıklarını tahmin edersiniz.”
“İyi de kimmiş onlar? Petlyura’nın adamları olmadıkları kesin! Bu imkansız.”
“Kim olduklarını Tanrı bilir. Bence oralı köylülerdi, Dostoyevski’nin ayaklanan “Kutsal Rusya’sı”. Ahh –orospu çocukları…”
“Yüce Tanrım!”
“Yani” diye devam etti, Mişlayevski. Sigarasını adeta emer gibi içine çekiyordu. “Tanrıya şükür sonunda destek geldi. Sayım yaptık, otuz sekiz kişi kalmıştık. Şanslıydık, içimizden sadece iki kişi donarak ölmüştü. O kadar. Ölenlerin dışında iki kişiyi de dönüşte taşımak zorunda kaldık. Onların da bacaklarının kesilmesi gerekiyor…”
“Ne! İki kişi donarak mı öldü?”
“Ne olacaktı? Bir yedek subay, bir de subay. Fakat asıl olay Han’ın yakınlarındaki köy, Popelukho’daydı. Teğmen Krasin’le birlikte donan adamları taşıyacak bir kızak aramak için oraya gittik. Köy tamamen ölüydü. Ortada tek bir hayat belirtisi bile yoktu. Etrafı araştırdık, sonunda üzerinde koyun derisi paltosu ve koltuk değnekleriyle yaşlı bir adam saklandığı yerden çıktı. İster inanın, ister inanmayın, bizi görünce çok sevindi. Bir şeyler olduğunu o anda anladım. Ne olduğunu sordum.