Beyaz muhafız. Михаил Булгаков
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Beyaz muhafız - Михаил Булгаков страница 4
Sanki aralarında sözsüz bir antlaşma varmış gibi iki erkek kardeş başlarını çevirip yalanlar söylemeye başladılar.
“Haber yok” dedi, Nikolka. Önündekilerden ağız dolusu bir ısırık aldı.
“Söylediğim her şey tamamen, hmm… Varsayım. Dedikodu.”
“Hayır, bunlar dedikodu değil” dedi, Elena, kesin bir dille. “Bu bir dedikodu değil–gerçek. Bugün Şeglova’yı gördüm. Bana o iki Alman alayının Borodyanka’dan çekildiğini söyledi.”
“Saçmalık.”
“Hayır, bir düşünün” diye söze başladı, Aleksey. “Almanların o alçak Petlyura’nın şehre yaklaşmasına müsaade etmesi mantıklı mı? Mümkün mü? Şahsen ben onunla bir an için bile bir orta yol bulabileceklerini hayal edemiyorum. Petlyura ve Almanlar –bu tamamen olanaksız. Almanlar, onun bir hayduttan başka bir şey olmadığını söylüyorlar. Bu çok saçma.”
“Sana inanmıyorum. Artık bu Almanların ne olduklarını ben de biliyorum. Birçoğunun kırmızı renkli kolluk taktığını gördüm. Geçen gün sarhoş bir Alman çavuşu, köylü bir kadınla birlikte gördüm. Kadın da sarhoştu.”
“Ne olmuş? Bunlar Alman ordusunda bile moral bozukluğu olduğunu gösteren münferit olaylar olabilir.”
“Yani Petlyura’nın ilerleme kaydedebileceğini düşünmüyorsun?”
“Hmm… Hayır, bunun mümkün olduğunu sanmıyorum.”
“Absolument pas.5 Bana bir fincan daha çay doldur lütfen. Endişelenme. Dedikleri gibi, tamamen sakinliğini koru.”
“İyi de, Tanrı aşkına Sergey nerede? Trenin saldırıya uğradığına eminim ve…”
“Tamamen kuruntu yapıyorsun. Bak, o hat olası bütün tehlikelerin uzağında.”
“Fakat başına bir şey gelmiş olabilir değil mi?”
“Ah, Tanrım! Tren yolculuklarının bugünlerde nasıl olduğunu biliyorsun. Ben her istasyonda üç saat kadar beklediklerini düşünüyorum.”
“Devrim, trenleri bu hale getirir. Yolda geçen her saat için iki saatlik rötar yapıyorlar.”
Elena, derin bir iç çekip saate baktı. Bir süre sessiz kaldıktan sonra konuşmaya devam etti:
“Tanrım, Almanlar bu kadar alçakça hareket etmeselerdi, her şey yolunda olacaktı. İki alay asker senin şu Petlyura’yı sinek gibi ezmek için yeterli olurdu. Ama hayır, Almanların nasıl pis bir ikili oyun oynadıklarını çok net görebiliyorum. Peki, şu bizim cesur müttefiklerimiz neredeler bu kadar zamandır? Domuzlar. Sadece söz versinler…”
O ana kadar sessizliğini koruyan semaver aniden tısladı ve birkaç kömür, gri bir kül yığınının ağırlığı ile tablaya düştü. İki erkek kardeş gayriihtiyari sobaya doğru baktılar. Cevap oradaydı. “Müttefiklerin hepsi domuz” yazmıyor muydu, orada da?
Yelkovan çeyrek saatin üzerinde durduğu anda, saat boğazını temizleyerek bir kez çaldı. Saatin sesine ön kapının hafifçe çınlayan zili cevap verdi.
“Tanrıya şükür, Sergey geldi” dedi, Aleksey, neşeyle.
“Evet, gelen o olmalı” diye onaylayan Nikolka, koşarak kapıyı açmaya gitti.
Yüzü kızaran Elena da ayağa kalktı.
Fakat gelen Talberg değildi. Çarparak kapanan üç kapı sesinin ardından merdivenlerden Nikolka’nın afallamış sesi duyuldu. Bir başka ses ona cevap verdi. Yukarı çıkan sesler, postal ve dipçik sesi tarafından bastırıldı. Ön kapıdan gelen soğuk hava akımı onlara ulaşırken Aleksey ve Elena karşılarında uzun boylu, geniş omuzlu, üzerinde topuklarına kadar uzanan bir palto ve apoletlerinde üsteğmen rütbesi anlamına gelen üç yıldız bulunan birini gördüler. Paltonun kapüşonu karla kaplanmıştı ve ucunda paslı bir süngü olan tüfek, lobinin tamamını kaplayacak kadar büyüktü.
“Merhaba” dedi, gelen adam, boğuk tenor bir sesle. Soğuktan kaskatı kesilmiş elleriyle kapüşonunu çıkardı.
“Viktor!”
Nikolka, adama kapüşonunun ipini çözmesi için yardım etti. Kapüşon düşünce, rozetinin rengi solmuş bir subay şapkasının şeridi ortaya çıktı. Devasa omuzların üzerinde yükselen bu yüz, Teğmen Viktor Mişlayevski’ye aitti. Çok yakışıklı bir adamdı. Çok eski bir soya dayanan rahatsız edici derecede merak uyandıran bir güzelliği vardı. Yüzünü çekici kılan özellikler, her biri farklı renkteki ışıltılı gözler, kemerli bir burun, mağrur dudaklar, kusursuz bir alındı ve yüzünde kendisini başkalarından ayırmaya yarayacak bir işaret yoktu. Fakat sanki bir heykeltraş soylu bir yüz yapacakken aniden çılgın bir fikre kapılmış, bir kat çamuru sıyırıp bu erkeksi yüzü küçük ve kadınsı bir çene ile bırakmış gibi, çapraz bölünmüş bir çenesi ve kederle bir tarafı aşağı sarkmış bir ağzı vardı.
“Nereden geliyorsun?”
“Neredeydin?”
“Dikkat et” diye yanıtladı, bu soruları Mişlayevski. “Yere düşürme sakın. İçinde bir şişe votka var.”
Nikolka, cebinde bir parça gazeteye sarılmış şişenin gözüktüğü ağır paltoyu dikkatlice astı. Ardından ahşap bir kılıf içindeki otomatik Mavzer tüfeği askıya astı. Tüfek o kadar ağırdı ki geyik boynuzundan yapılma askı hafifçe sallandı. Ancak o zaman Mişlayevski Elena’ya doğru döndü. Onu öpüp konuşmaya başladı:
“Kızıl Han bölgesinden geliyorum. Gece burada kalabilir miyim, Lena, lütfen? Bu gece eve kadar gidemem”
“Tanrım, elbette kalabilirsin.”
Mişlayevski aniden inleyip parmaklarına üflemeye çalıştı. Fakat dudakları bu isteği yerine getiremedi. Kaşları ve kırpılmış bıyıklarındaki karlar eridiği için yüzü ıslanmıştı. Ağabey Turbin, Mişlayevski’nin ceketinin düğmelerini çözdü, kirli gömleğini çekip çıkardı ve parmağını dikişlerin üzerinde gezdirdi.
“Tabii ya… Tahmin etmiştim. Üstün bit kaynıyor.”
“O halde banyo yapmalısın.” Endişeye kapılan Elena, bir an için Talberg’i unutmuştu. “Nikolka, mutfakta biraz odun var. Git de banyo kazanını yak. Ah, neden Anyuta’ya izin verdim ki? Aleksey, hemen Viktor’un ceketini çıkar.”
Yemek odasındaki çinili sobanın önünde duran Mişlayevski, inleyerek bir sandalyenin üzerine yıkıldı. Elena oradan oraya koşturuyor, anahtarları şıngırdıyordu. Dizlerinin üzerindeki Aleksey ve Nikolka, Mişlayevski’nin baldırlarını sıkıca saran gösterişli dar botlarını çekip çıkardılar.
“Biraz ağır olun… Pekala, acele etme…”
5
Fransızca “Kesinlikle değil” anlamında. (ç.n.)