Beyaz muhafız. Михаил Булгаков
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Beyaz muhafız - Михаил Булгаков страница 20
“Eee, Alyoşa… Bana bir iyilik yapıp mahmuzlarını ödünç verir misin? Eve gitmeyeceğim ve mahmuzlarım olmadan dolaşmak da istemiyorum” dedi.
“Çalışma odasındalar, masanın sağ çekmecesinde.”
Mişlayevski çalışma odasına gitti. Beceriksizce etrafı arayıp taradı ve odadan şıngırdayarak çıktı. Kara gözlü Anyuta, yatıya kaldığı teyzesinin evinden o sabah dönmüş, elinde tüyden yapılmış bir toz fırçasıyla oturma odasındaki sandalyelerin üzerindeki tozları alıyordu. Boğazını temizleyen Mişlayevski kapıya doğru baktıktan sonra biraz yürüyüp usulca konuşmaya başladı:
“N’aber Anyuta?”
“Elena Vasilievna’ya söylerim” diye fısıldayarak cevap verdi, Anyuta, otomatik bir refleksle. Ölüm cezasına çarptırılmış, celladının baltasını bekleyen bir mahkum gibi gözlerini yumdu.
“Şaşkın kız…”
Beklenmedik bir anda Aleksey Turbin kapı girişinde belirdi. Bir anda suratı asıldı.
“Tüylü toz fırçasını mı inceliyorsun Viktor? Anlıyorum. Güzel alet, değil mi? Sen işine gitsen daha iyi olmaz mıydı? Anyuta şunu aklından çıkarma, olur da sana seninle evleneceğini söylerse sakın ona inanma, kesinlikle evlenmez.”
“Aman be, sadece selam veriyordum.” Mişlayevski hak etmediği hakaret karşısında kıpkırmızı oldu, göğüs kafesi şişti ve şıngırdaya şıngırdaya misafir odasına doğru gitti. Yemek odasında zarif görünümlü kumral Elena’yı görünce tedirgin oldu.
“Günaydın Lena tatlım. Eee… Hmm” (Mişlayevski’nin metalik tenor sesi yerine, boğazından kalın boğuk bir bariton ses çıktı.) “Lena, hayatım” diye ağzından çıkıveren sözcükler, içindeki hisleri olduğu gibi yansıtıyordu. “Bana darılma. Ben seni çok seviyorum ve senin de beni sevmeni istiyorum. Lütfen dün geceki iğrenç davranışlarımı unut. Benim gerçekten öyle bir hayvan olduğumu düşünmüyorsun, değil mi?”
Bunları söylerken Elena’yı sımsıkı kavrayarak yanaklarından öptü. Aynı anda misafir odasındaki tüylü toz fırçası pat diye yere düştü. Teğmen Mişlayevski ne zaman Turbinlerin evine gelse Anyuta’nın başına hep garip şeyler gelirdi. Her türlü ev gereci elinden kayıp düşmeye başlardı. Eğer mutfaktaysa ya bıçaklar elinden kayıp gider ya da raftaki tabaklar devrilirdi. Anyuta’nın dikkati tamamen dağılırdı. Sebepsiz yere koridora koşar, Mişlayevski ayrık çenesi ve geniş omuzları, mavi pantolonu ve kısa, çok alçak mahmuzlarıyla kasıla kasıla oradan çıkıp gidene kadar orada şosonlarla oyalanır, eline bir bez parçası alıp onları silerdi. Onun gidişinin hemen ardından gözlerini kapatır, ayakkabı dolabının içindeki daracık saklanma yerinden yan yan çıkardı. Şu anda ise misafir odasında tüylü toz alma fırçasını elinden düşürmüş, öylece duruyor ve basma kumaştan yapılmış perdelerin arasından boş boş uzaklara, gri renkli bulutlu gökyüzüne bakıyordu.
“Oh Viktor, Viktor” dedi, Elena, özenle fırçalanmış ve üzerinde bir taç takılı olan saçlarını sallayarak. “Sağlıklı biri gibi duruyorsun, dünkü halin neydi öyle? Otur bir kahve iç, iyi gelir.”
“Sen de bugün harikulade görünüyorsun Lena. Tanrım, gerçekten öylesin. Bu pelerin sana inanılmaz yakışmış, gerçekten inanılmaz” dedi, Mişlayevski, kendini sevdirmeye çalışır bir ifadeyle. Gerginleşen bakışları, cilalanmış büfenin üzerinde bir ileri, bir geri gidiyordu. “Baksana şu pelerine Karas. Dünyanın en güzel koyu yeşili, değil mi?”
Karas, cömert ve tamamen içten bir ifadeyle, “Elena Vasiliyevna çok güzel bir kadın” dedi.
“Işıklar sayesinde rengi bu kadar güzel görünüyor” diye açıklama yaptı, Elena. “Hadi artık Viktor bırak bu lafları, istediğin bir şey var, değil mi?”
“Doğrusunu istersen Lena, hayatım, dün gece yaşananlardan sonra migren ağrılarım en küçük bir olayla tetiklenebilir ve migrenimle uğraşırken dışarı çıkıp savaşamam…”
“Pekala, anladım, büfeye bak.”
“Teşekkür ederim. Sadece ufak bir bardak, dünyadaki bütün aspirinlerden daha faydalı.”
Mişlayevski, yüzünü acı çekiyormuşçasına buruşturarak iki bardak votkayı kafasına dikerken, arada da dün akşamdan kalan vıcık vıcık olmuş dereotlu salatalık turşusundan ağzına attı. Sonra da kendini yeni doğmuş bir bebek gibi hissettiğini söyleyerek bir bardak limonlu çay rica etti.
“Sen kendini üzme Lena” dedi, Aleksey Turbin, boğuk bir sesle. “Uzun sürmez. Sadece gidip gönüllü olarak bir imza atmam gerekiyor. Sonra doğrudan eve geleceğim. Merak etme çatışma falan olmayacak. Sadece burada oturup bekleyeceğiz ve o Petlyura pisliğini buradan püskürteceğiz.”
“Başka bir yere göndermesinler seni?”
Karas onu teskin etmeye çalışan bir ifade takındı.
“Merak etme, Elana Vasiliyevna. Öncelikle şunu belirteyim, alayın dört günden önce hazır olması mümkün değil. Hâlâ ne atımız, ne de cephanemiz var. Hazır olduğumuz zaman da şehirden bir yere ayrılmayacağımız kesin. Hazırladığımız ordu, şehri korumaya yönelik. Daha sonra da tabii ki Moskova’ya ilerlemek üzere…”
“Tamamen varsayımlara dayalı konuşuyorsun. Ben ancak neler olduğunu gördüğüm zaman inanırım…”
“Bunlardan önce Denikin’le bağlantı kurmalıyız…”
“Beni rahatlatmak için bu kadar zahmete girmenize gerek yok” dedi, Elena. “Korktuğumdan değil. Tam tersi, yaptığınız şeyi ben de destekliyorum.”
Elena’nın sesi gerçekten cesur ve kendinden emin çıkıyordu. Yüzündeki ifadeye bakınca günlük hayatın olağan sıkıntılarını çoktan kendi içinde halletmiş gibi görünüyordu. Şeytanın orada olduğu bu günlerde bu kadarı yeterliydi.
“Anyuta” diye seslendi, Elena. “Anyuta hayatım, Teğmen Mişlayevski’nin kirli kıyafetleri dışarıda verandada. Onları önce iyice fırçalayıp sonra da yıkar mısın?”
Elena’yı en çok rahatlatan kişi, orada haki renkli tuniği ile sakin bir şekilde oturmuş, kaşları çatık vaziyette sigara içen kısa boylu tıknaz Karas’tı.
Koridorda birbirleriyle vedalaştılar.
“Tanrı hepinizi korusun” dedi, Elena. Yüzünde tatsız bir ifade vardı. Önce Aleksey’in üzerinde istavroz çıkardı. Sonra aynısını Karas ve Mişlayevski’ye de yaptı. Mişlayevski ona sarıldı. Paltosunun gövde kısmındaki kemeri iyice sıkılmış olan Karas’ın yanakları kızardı ve nazikçe kadının iki elini de öptü.
“Bir