Patrona Halil. Maurus Jókai
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Patrona Halil - Maurus Jókai страница 1
Bu dramatik olay, Jokai’nin “A Feher Rozsa” isimli ünlü öyküsünün tarihsel arka planını oluşturmaktadır. Şüphesiz ki güler yüzlü Macar roman yazarı; sert, dobra ve otoriter bir isyan lideri olan Patrona Halil’i yurtsever bir devlet adamı, bir adalet ve onur şehidi gibi yansıtmıştır. Diğer taraftan yazar Halil’in karakterinin en belirgin özelliklerini gerçekçi bir biçimde ortaya koyabilmiştir. Büyük ölçüde Hammer-Purgstall’ın (Geschichte des Osmanischen Reichs) artık demode hale gelen anlatımına dayansa da tarihsel gerçeklerin dışına çıkmamıştır. Bizim gibi aklı başında batılılara inanılmaz şaşırtıcı gelen III. Ahmet’in asilere uysallıkla boyun eğişi, en basit hizipçilerin imparatorluğun en yüksek mevkilerine ulaşmaları ya da lale saksıları vakası gibi ayrıntılar tartışılmaz tarihi gerçeklerdir. Haliyle Jokai’nin muhteşem hayal gücü Türk vakanüvislerinin yalın anlatımını çok başarılı bir biçimde zenginleştirmiştir. Halil’in ilginç hikâyesi, hayat dolu, romantik ve çelişkilerden hoşlanan yazara dayanılmaz bir biçimde çekici gelmiş olmalıdır. Diğer taraftan yazar romanında Patrona Halil’in yaşam öyküsü dışında başka kaynaklardan da yararlanmıştır. Jokai, romanın Gülbeyaz’ın saraydaki korkunç acılarının anlatıldığı eşsiz bölümünün, en azından kısmen Binbir Gece Masalları’ndan esinlendiğini ifade etmektedir.
1. Bölüm
İşportacı
Mezhepler arasında yüzlerce yıl süregelen mücadele, İslam dünyasını ikiye bölmüştü. İran ve Hindistan Şii topraklarıydı. Türkiye, Arabistan, Mısır ve Berberi diyarı ise Sünnilere aitti.
Şiiler ve Sünniler arasındaki çekişmede çok fazla kan dökülmüştü. Çatışmaya çoğu zaman maddi çıkarlar damgasını vurmuş, bu iki mezhebin üyeleri arasında tarih boyunca çok sayıda aforoz ve din değiştirme olayı yaşanmıştı. Hâlâ hangi mezhebin üyelerinin gerçek Müslümanlar olduğu sorusuna net bir yanıt verilememişti. Tartışma konusu olan mesele, peygamberin dört halefinden (Ali, Ebubekir, Osman, Ömer) hangisinin halifelik makamının gerçek sahibi olduğuydu. Şiiler’e göre sadece Ali halifelik makamının gerçek sahibiydi. Sünnilere göreyse dördünün de halife olmaya hakkı vardı ve her biri eşit derecede kutsal kişilerdi. Şüphesiz ki Şiilerin, Tanrı’nın kendilerinin hoşlanmadığı bu üç kutsal kişiyi bu makama layık görmüş olabileceğini kabul etmek yerine, binlerce kez kıyıma uğratılmayı göze almaları anlaşılmaz bir durumdu.
Sünni Şeyhülislam, İran Şahı Mahmut hakkında üç kez “katli vaciptir” fetvası vermiş ve bu fetva üzerine kahraman Sünni orduları, Şii bölgelerini işgal etmişlerdi. Heybetli Sadrazam Damat İbrahim; Kırım, Erivan, Kirmanşah ve Hamadan’ı Şiilerin elinden almış ve bu zaferler İstanbul halkının tek sohbet konusu haline gelmişti. Ahalinin bu zaferleri hatırlamak için kendilerine göre son derece haklı sebepleri vardı. Zira yeniçeriler, her yeni zafer ilanından sonra, askeri hünerlerini aslında korumakla yükümlü oldukları sivil halkın üzerinde deniyorlardı. Üstelik sadece ahali değil, hâlâ barışçıl eğilimlerini koruyan Sultan bile zaman zaman bu denemelerden payını alıyordu. İtiraf etmek gerekirse sürekli çiçek açan laleleri ve laleleri gölgede bırakan saray kızlarıyla mutlu olan Sultan, Sünnileri ya da Sadrazam’ının zaferlerini çok fazla umursamıyordu.
Gün batımının son ışıkları da İstanbul’un minarelerinden çekilmek üzereydi. Yedi tepeli şehrin heybetli silueti, akşam güneşinin altında muhteşem bir tablo gibi ortaya çıkıvermişti. Aşağıda, gün batımının kızıllığı ile alev alev olan boğaz uzanıyordu. Pera’nın, Galata’nın ve Saray’ın rengârenk büyülü konakları, dizi dizi evleri denizin üzerine yansımıştı. Uzun, dolambaçlı ve dar sokaklar bir tepeden diğerine doğru tırmanıyordu. Tepeler yemyeşildi. Doğrusu tabiat ana, kendine ait olanı korumakta çok hodbin davranmıştı.
İstanbul bu haliyle; asfaltla kaplanmış ve süpürülerek temizlenmiş sokaklarında, bizim uç uca dizili sert taşlardan başka hiçbir şey göremeyeceğiniz batılı şehirlerimizden çok farklıydı. Burada, yüzünüzü çevirdiğiniz her noktada gözünüze yeşilin farklı tonları çarpıyordu. Kaleler sarmaşık ve zeytin ağaçları ile yeşillendirilmişti; zengin evlerinin önünde nar ve selvi ağaçları dururdu. Bahçeleri olmayan yoksul ahali ise evlerinin çatılarına çiçek eker ya da en kötü ihtimalle pencerelerinin etrafında zamanla bütün evi kaplayan sarmaşıklar yetiştirirlerdi. Bu uçsuz bucaksız yeşil deryasının içinde yer yer şehirdeki seksen caminin kubbeleri parlardı.
Hemen hemen her ana yolun sonunda gür çimlere ve kalın yapraklı selvilerle kaplanmış yerlere rastlamak mümkündü. Buraların ebedi istirahatin hüzünlü mekânları olduğunu, ancak üzerlerinde sarık bulunan mezar taşlarından anlayabilirdiniz. Bu tablonun etkisi, boğazın altın aynasındaki yansıması ve yanı başındaki sarayların hepsine hakim gözüken Ayasofya Camisi’nin büyük kubbesiyle daha da artıyordu. Kısa süre içinde boğazın altın aynası bronz rengine büründü. Güneş kaybolurken deniz mavi gökten metalik bir pırıltıyı ödünç aldı. Köşkler karanlığın içinde kayboldu. Rumeli ve Anadolu Hisarları’nın zorlukla seçilebilen ana hatları, yıldızlarla kaplı gökyüzünün karşısında ancak belli belirsiz bir hale geldi. Yabancı tüccarların kaldığı hanlardaki birkaç lamba ile birkaç minare dışında, devasa şehir bütünüyle karanlığa gömüldü.
Müezzinler, camilerin ince minarelerine çıkıp akşam ezanını okumaya başladılar. Ahali hava iyice kararmadan evlerine varmak için acele ediyordu. Katır sürücüleri yüklü hayvanlarını kırbaçlayarak hızlandırmaya çalışıyorlardı. Hayvanlara asılı çanlardan çıkan sesler dar sokaklarda yankılanmaktaydı. Omuzlarındaki uzun sopaları, geçtikleri sokakları kaplayan hamallar ve sakalar, sokaklarda bağırarak dolaşıyorlardı. Karşılarına çıkan herkes onların bu halinden ürküyordu. Şehrin tüm köpek sürüleri, meydandaki çöpler için kavga etmek üzere gizlendikleri mezarlıktan çıkmıştı.
Müslümanlar karanlık çökmeden evlerine ulaşmaya gayret gösterirler ve her ne bahaneyle olursa olsun müezzinin sabah ezanını okumasından önce evden dışarı çıkmayı bir tür intihar sayarlardı. Özellikle bu saatlerde Et Meydanı’ndan geçmeye cüret eden bir kişinin ya deli cesaretine sahip olduğu ya da bu bölge hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığı düşünülürdü. Zira yeniçeri barakalarının üç kapısı bu meydana açılmaktaydı. Yeniçeriler ise ellerine geçirebildikleri kişileri canlarına okumadan bırakmazlardı. İyi günlerinde bile olsalar kurbanlarına karşı merhametli davrandıkları görülmemişti. Müslümanlar bu nedenle Kur’an’ın “Aptal, kaçabilecekken kendini tehlikeye atan kişidir.” ayetini hep akıllarının bir köşesinde tutar ve mecbur olmadıkça Et Meydanı’na girmemeye özen gösterirlerdi.
Hava kararmaya başladığı sırada iki adam, Et Meydanı’na çıkan sokaklardan birinde karşılaştı. Adamlardan biri Eflak gunyası giyiyordu. Uzun ayakkabıları ve yanında sallanıp duran kaba bir el çantası vardı. Bir yabancıydı. Kırk yaşlarındaydı. Bu adam, ışıkta seçilebildiği kadarıyla güçlü, boylu posluydu ve epeyce şişman bir yüze sahipti. Yüzünde o an için hiçbir korku ya da bir insanın ilk kez ziyaret ettiği büyük bir şehirde hissedebileceği bir tereddüt işareti bulunmuyordu. Diğeri, otuz yaşlarında, kömür karası kalın sakalları olan bir Müslüman’dı. Tutkulu ve asabi bir tabiata sahipti. Karakteri bütünüyle parlak siyah gözlerine yansımıştı. Sarığını, onu normalde olduğundan daha kavgacı gösteren kaşlarını bütünüyle kapatacak şekilde şakaklarının hizasına çekmişti.