Tarihimizdeki garip olaylar. Sabri Kaliç
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Tarihimizdeki garip olaylar - Sabri Kaliç страница 8
Aradan yıllar geçti, IV. Murat öldü, Sultan İbrahim padişah oldu. Silâhtar Mustafa Paşa idam olundu, Bostancıbaşı Duca Mustafa da bir valilik ile İstanbul’dan sürüldü.
1620 (Hicrî: 1036) yılında idi, bir gün İran sınırından bir adam Erzurum’a çıkageldi ve “Ben Abaza Mehmet Paşa’yım!” diye Erzurum’daki Abaza Paşa sarayına geçti kuruldu. Abaza Paşa’nın Erzurum’daki eski dostları ziyaretine koştular. Evet… Bu adam, yıllarca evvel İstanbul’da idamını işittikleri Abaza Mehmet Paşa idi… Kendilerine eski günlerin anılarından bahsediyor, hatta onların unuttuğu birçok şeyi o hatırlıyordu! Paşa, macerasını eski arkadaşına şöylece nakletmişti:
“Silâhtar Mustafa’nın ısrarlarına mağlup olan IV. Murat bir içki sofrasında Abaza’yı öldürteceğine söz vermişti; fakat pek az sonra bu kararına pişman olmuştu. Has nedimini tevkif ettirmiş, sarayda Abaza Paşa diye bir idam mahkûmunu boğdurtmuştu. Paşayı da gece, saray rıhtımından tebdil kıyafetle bir gemiye bindirmişler, Gelibolu’ya göndermişlerdi. Abaza Paşa oradan bir Cezayir gemisine atlamış, Cezayir’e gitmiş, adını sanını değiştirerek korsan olmuştu… Bir zamanlar giyinişi, kıyafeti İstanbul gençleri tarafından taklit edilen zarif adam yalın ayaklı, çıplak baldırlı, eli çatal bıçaklı bir Mehmet Dayı idi artık ve bir kadırga sahibi olmuştu. Yedi yıl Akdeniz’de dolaşmış, Septe Boğazı’ndan Atlas Okyanusu’na çıkmış ve bir deniz muharebesinde Danimarkalılara esir düşmüştü. Danimarkalılar da onu Portekiz Kralı’nın gemicilerine satmışlardı. Portekizliler Doğu lisanlarına aşina olan bu esirden çevirmen olarak yararlanmak istemişler, onu bir Portekiz filosuyla Hint seferine yollamışlardı. Fakat Mehmet Dayı’nın bindiği gemi Çin sularında müthiş bir fırtınaya tutularak batmış, yalnız bu Müslüman gemici, bir kalas parçasının üstünde sahile düşüp canını kurtarmıştı. Düştüğü sahil halkı Müslüman’dı, onunda Müslüman ve bir Osmanlı padişahının nedimi ve paşası olduğunu öğrenince kendisine hürmet göstermişler, yol harçlığı vermişlerdi. Abaza Mehmet Paşa da bir kervana katılarak Çin, Türkeli, Horasan, Belh ve Buhara üzerinden İran’a, oradan da Erzurum’a gelmişti. Abaza Mehmet Paşa’nın gelişi ve ağzından dinlenen baş döndürücü maceraları bütün Erzurum halkını heyecana düşürmüştü. Veli Süleyman Paşa keyfiyeti ayrıntılı bir raporla İstanbul’a, Sultan İbrahim’e bildirdi. Zaten evhamlı ve hasta olan Sultan İbrahim sonsuz bir telaşa düştü… Koca bir padişahın fermanıyla idam olunan bir adam yıllar sonra elini kolunu sallayarak meydana çıkarsa, o padişahın kendisi de bir gün ahretten dönebilirdi. Duca Mustafa Paşa çağırıldı ve keyfiyet kendisinden soruldu. Eski Bostancıbaşı kellesinden korktu “Erzurum’a gelen adam bir sahtekârdır, Abaza Paşa’yı ben padişah fermanıyla idam ettim” dedi. Padişah cellât Kara Ali’yi çağırttı. Müthiş cellât da “Vallahi padişahım, akşam namazından sonra idi. Ortalık karanlıktı, yüzükoyun yatmış bir adam gösterdiler, ‘budur’ dediler, boğdum, yüzünü görmedim!” dedi.
Erzurum Valisi Süleyman Paşa’ya bir idam fermanı daha gönderildi. Vali de Abaza Mehmet Paşa’yı sarayına davet etti, gelir gelmez de valinin iç oğlanları üzerine hançer düşürerek öldürdüler. Abaza Paşa’nın gövdesinden ayrılan kesik başı İstanbul’a yollandı; fakat bu kesik talihsiz baş, Erzurum’dan İstanbul’a kadar bozulmuş, derisi yüzülmüş tanınmaz bir hale gelmişti. İstanbul’da bulunan eski bendelerinin hiçbiri kesin bir şey söyleyemedi. Herkes “hem odur, hem değildir!” diyordu…
ŞEHZADE MUSTAFA’NIN HAZİN ÖLÜMÜ
III. Murat’ın çeşitli kadınlardan, oğlan ve kız 102 çocuğu olduğu söylenir. Ölümünde bunlardan 20 erkek evladı hayatta idi… En büyükleri Şehzade Mehmet padişah oldu ve padişah olur olmaz, öbür on dokuz kardeşini idam ettirdi. Bunlardan Mustafa ve Bayezit 17-18 yaşlarında, Osman ve Abdullah 13-15 yaşlarında, geri kalan on beşi de henüz meme çocuğu idiler. Bu olaylar Osmanlı hanedanı tarihinin en korkunç cinayetlerindendir. Büyük şehzadenin hocası devrin kıymetli şairlerinden Nev’î Efendi idi. Bu zatın anlattığına göre, özellikle Şehzade Mustafa gayet güzel bir çocukmuş, zarif ve ince ruhlu imiş, çok güzel konuşurmuş ve şiire, edebiyata karşı da fevkalâde meraklı, hevesli imiş. Babasının ölümünü ve büyük kardeşi Mehmet’in tahta çıktığını öğrenince, kendisini bekleyen feci sonu hissetmiş ve hemen bir kâğıt parçasına şu beyiti yazarak hocası Nev’î Efendi’ye bir veda mektubu gibi yollamıştı:
Nâsiyemde Kâtib-i Kudret ne yazdı bilmedim (Kudretli Kâtip [Allah] alnımda ne yazdı bilmedim) Âh kim bu Gülşen-i âlemde bir kez gülmedim (Âh ki bu âlemin gül bahçesinde bir kez gülmedim)
YAPIMI 66 YIL SÜREN CAMİİ
İstanbul’un sembolü olan eserlerden Yeni Camii’nin temelleri Ağustos 1597 tarihinde atıldı. Arazi denize yakın olduğu için gece gündüz, sekiz ay boyunca temellerdeki sular çekildi. Cami inşaatı devam ederken 1603 tarihinde III. Mehmet öldü. Camiyi yaptırmaya karar veren Valide Safiye Sultan gücünü kaybettiği için, caminin yapımına yıllarca ara verildi. Bu ara 1660 yılında caminin yeniden başlayan inşaatı devam ederken oldukça uzun süren, büyük bir yangın çıktı. Hasbahçe’den Unkapanı’na kadar olan yerler yandı. Yangında cami de zarar gördü. Padişah IV. Mehmet’in annesi Valide Turhan Sultan cami etrafında yanan evlerin arsalarını alarak çarşı ve pazar yaptırdı.
Caminin yapımı 1663 yılında tamamlandı. Böylece Sultan Ahmet Camii’nden önce yapımına başlanan eser Sultan Ahmet Camii’nden yıllar sonra tamamlanabildi. Camii Safiye Sultan tarafından yaptırılmaya başlandı. Fakat Valide Turhan Sultan zamanında tamamlandı. Bu nedenle camiye “Valide Sultan Camisi” de denmekteydi. Valide sultanlar tarafından birçok yerde yaptırılan camilerden ayrılması için bu camiye “Yeni Valide Sultan Camisi” denmiştir. Zamanla yalnızca “Yeni Cami” olarak anılmaya başlandı.
Yeni Camii
İSTANBUL İÇİNDE ATA BİNME YASAĞI
Tanzimat’tan önceki devirde, İstanbul’da padişahtan başka ancak üç kişi, eğer ata veya tercih ederlerse arabaya binmek hakkına sahipti: Şeyhülislam, Rumeli Kazaskeri ve Anadolu Kazaskeri. Vezirler, devlet ricali ve zata mahsus bir imtiyaz ile ekalliyet âyan ve eşrafı ancak ata binebilirlerdi. 17. yüzyılın ilk yıllarına kadar ricalden sayılmayan memurlar ve serveti ne olursa olsun halk büyük şehir içinde ata da binemezdi. Sıradan vatandaşlar ancak eşeğe veya eşek vs. hayvanlar tarafından çekilen küçük arabalara binebilirlerdi. Türk töresinde çok önemli yeri olan at, Osmanlı’da da bir soyluluk simgesiydi. Ata binme yasağına nasıl titizlikle uygulandığını