Kürk Mantolu Madonna. Сабахаттин Али
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Kürk Mantolu Madonna - Сабахаттин Али страница 5
Sonra karısına dönerek “Ceketimin cebinden al!” dedi.
Kadın bu sefer kulağına filan eğilmeden söylendi:
“Ayol, para için gelmedim, kim gidip alacak… Sen de bir türlü kalkamadın!”
“Nurten’i yollayıver. Üç adımlık yer!”
“Gece vakti bacak kadar çocuğu bakkala nasıl yollarım? Bu soğukta, sonra kız… Hem git desem bile beni dinler mi?”
Raif Efendi düşündü, düşündü; sonra, sanki nihayet bir çare bulmuş gibi başını sallayarak “Gider, gider!” dedi ve önüne baktı.
Kadın çıktıktan sonra bana dönerek “Bizim evde de ekmek almak bir mesele… Bir hastalandık mı gönderecek adam bulamazlar!” dedi.
Pek üstüme vazifeymiş gibi “Kayınbiraderleriniz küçük mü?” diye sordum. Yüzüme baktı; cevap vermedi. Hatta çehresinin ifadesi sualimi hiç duymamış intibasını bırakıyordu. Fakat birkaç dakika sonra “Hayır, ufak değiller!” dedi. “İkisi de işe gidiyorlar. Onlar da bizim gibi memur. Bacanak İktisat Vekâletindedir, birer işe yerleştirdi. Okumadılar, ellerinde bir ortamektep şehadetnamesi12 bile yok!”
Sonra, birdenbire sözünü keserek sordu:
“Tercüme için bir şey mi getirdiniz?”
“Evet… Yarına lazımmış. Sabahleyin hademeyi gönderecekler!”
Kâğıtları aldı, yanına bıraktı.
“Ben de hastalığınızı merak ettim.”
“Teşekkür ederim… Uzunca sürdü. Cesaret edip kalkamıyorum!”
Bakışlarında garip bir tecessüs vardı. Alakamın sahi olup olmadığını araştırır gibiydi. Onu inandırmak için birçok şeyler yapmaya hazırdım, fakat ilk defa olarak herhangi bir şekilde bir heyecan ifade ettiğini gördüğüm gözleri çabucak eski ifadesizliklerine ve o her zamanki bomboş tebessüme döndüler.
İçimi çekerek kalktım. Birdenbire doğrulup elimi tuttu.
“Ziyaretinize teşekkür ederim oğlum!” dedi.
Sesinde bir sıcaklık vardı. İçimden geçenleri sezmişe benziyordu.
Hakikaten Raif Efendi’yle aramızda bugünden sonra bir yakınlık hasıl oldu. Onun bana karşı olan muamelesinin değiştiğini pek söyleyemeyeceğim. Hele benimle samimi olduğunu, bana içini açtığını iddia etmek aklımdan bile geçmez. O hep aynı kapalı, sessiz insan olarak kaldı. Gerçi bazı akşamlar daireden beraber çıkarak evine kadar yürür, hatta bazen içeri de birlikte girerek kırmızı mobilyalı misafir odasında birer kahve içerdik. Fakat bu esnada ya hiç konuşmaz yahut da havadan sudan, Ankara’nın pahalılığından, İsmetpaşa Mahallesi’ndeki kaldırımların bozukluğundan bahsederdik. Evine, çoluk çocuğuna dair bir şey söylediği nadirdi. Ara sıra “Bizim kız riyaziyeden13 gene kırık numara almış!” der, sonra hemen lafı değiştirirdi. Ben de bu hususta bir şey sormaktan çekiniyordum. Kendisini ilk ziyaret ettiğim akşam karşılaştığım aile efradı, üzerimde pek iyi bir tesir bırakmamıştı.
Hastanın yanından çıkıp holden geçerken ortadaki büyük masanın etrafına dizilmiş gördüğüm iki delikanlı ile on beş on altı yaşlarında bir genç kız, birbirlerine sokularak, benim arkamı dönmemi beklemeden fısıldaşıp gülmeye başlamışlardı. Gülünecek bir tarafım olmadığını biliyordum. Fakat bunlar da o yaşlardaki her kof insan gibi, ilk rastladığının suratına gülmeyi bir nevi üstünlük alameti sayanlardandı. Küçük Nurten bile ablasına ve dayılarına uymak için çırpınıyordu. Sonradan bu eve her gidişimde aynı şeyi gördüm. Ben de henüz gençtim, yirmi beş yaşımı doldurmamıştım, fakat birtakım genç insanlarda gördüğüm bu garip itiyat; tanımadıkları, ilk defa gördükleri bir insanı pek tuhaf bir şey telakki etmek merakı, hayretimi uyandırıyordu. Raif Efendi’nin vaziyetinin de pek hoş olmadığını ve bu kalabalığın içinde onun fazla ve lüzumsuz bir şey gibi durduğunu fark ediyordum.
Sonradan, bu eve gidip geldikçe bu çocukların hepsiyle ahbap oldum. Hiç de fena insanlar değillerdi. Yalnız boş, bomboş mahluklardı. Yaptıkları münasebetsizlikler hep buradan geliyordu. İçlerinin esneyen boşluğu karşısında ancak başka başka insanları istihfaf ve tahkir etmek, onlara gülmek suretiyle kendilerini tatmin edebiliyorlar, şahsiyetlerinin farkına varıyorlardı. Konuşmalarına dikkat ederdim. İktisat Vekâletinin en küçük iki memuru olan Vedat’la Cihat’ın daire arkadaşlarını, Raif Efendi’nin büyük kızı Neclâ’nın da mektep arkadaşlarını çekiştirmekten, kendilerinde de aynen mevcut olan birtakım giyiniş ve hareket garabetlerini yalnız başkalarında görüp alaya alarak fıkır fıkır gülmekten başka işleri yoktu:
“Muallâ’nın düğünde giydiği o tuvalet neydi ayol? Kıh, kıh, kıh!”
“Kız bizim Orhan’ı nasıl tersledi, bir görseydin… Kah, kah, kah!”
Raif Efendi’nin baldızı Ferhunde Hanım, üç ve dört yaşlarındaki iki çocuğu ile uğraşmaktan ve bunları ablasına bırakmak fırsatını bulur bulmaz, sırtına bir ipekli elbise geçirip alelacele boyanarak gezmeye gitmekten başka bir şey düşünecek hâlde değildi. Kendisini ancak birkaç kere, büfenin üstündeki aynada, boyalı ve ondüleli saçlarını tüllü şapkasının altına yerleştirmeye uğraşırken gördüm. Daha oldukça genç, henüz otuz yaşlarında olduğu hâlde, gözlerinin ve ağzının kenarını sayısız buruşukluklar kaplamıştı. Boncuk mavisi gözleri, eşya üzerinde bir saniyeden daha fazla duramıyor ve doğduğu andan beri mahkûm olduğu sebepsiz bir iç sıkıntısını aksettiriyordu. Üstleri başları daima bakımsız, yüzleri ve elleri daima kirli ve benizleri daima soluk olan çocuklarına, anlayamadığı melun bir düşmanın musallat ettiği iki ceza gibi kızıyor, süslenip sokağa çıkacağı sırada kirli elleriyle üstüne dokunmamaları için onları yanından nasıl uzaklaştıracağını bilemiyordu.
Ferhunde Hanım’ın kocası, İktisat Vekâleti şube müdürlerinden Nurettin Bey ise bizim Hamdi’nin bir başka türlüsüydü. Otuz otuz iki yaşlarında, kumral ve dalgalı saçlarını ihtimamla arkaya tarayıp berber çırakları gibi kabartan, “Nasılsınız?” dedikten sonra bile büyük bir hikmet savurmuş gibi dudaklarını birbirine yapıştırarak hafifçe başını sallayan bir adamdı. Konuşurken insanın yüzüne sabit gözlerle bakar ve bu esnada gözlerinin içinde “Yahu, sizin söyledikleriniz de laf mı? Siz ne bilirsiniz sanki?” diyen bir tebessüm dolaşırdı.
Bir sanayi mektebini bitirdikten sonra dericilik tahsil etmek üzere nedense İtalya’ya gönderilmiş, fakat orada ancak biraz lisan, bir de mühim adam tavırları almayı öğrenmişti. Bununla beraber, hayatta muvaffak olmak için mühim meziyetleri vardı: Bir kere kendisini, büyük bir itimatla, pek yüksek makamlara layık görüyor ve bilip bilmediği her vadide olur olmaz fikirler yürütmek, istisnasız herkesi istihfaf etmek suretiyle etrafındakileri kıymetine inandırıyordu. (Ev halkındaki bu istihfaf illetinin onlara, pek hayran oldukları bu enişteden geçtiğini zannediyorum.) Sonra üstüne başına çok dikkat ediyor, her gün tıraş oluyor,
12
Şehadetname: Diploma, sertifika. (e.n.)
13
Riyaziye: Matematik. (e.n.)