Kürk Mantolu Madonna. Сабахаттин Али
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Kürk Mantolu Madonna - Сабахаттин Али страница 9
Evde gene büyük bir telaşla karşılaştım. Kapıyı Neclâ açtı ve beni görünce “Sormayın, sormayın!” diye başını salladı. Âdeta aile efradından biri gibi olmuştum ve ev halkı beni yabancı telakki etmiyordu.
Genç kız “Babam gene fenalaştı!” dedi. “Bugün iki defa fenalık geldi. Çok korktuk. Eniştem doktor getirdi, şimdi yanında… İğne yapıyor…” Ve hemen hastanın odasına daldı.
İçeri girmedim. Holdeki iskemlelerden birine oturarak kâğıda sarılı paketi önüme koydum. Mihriye Hanım birkaç kere dışarı çıktığı hâlde bu zavallı eşyayı ona vermeye utanıyordum. İçeride bir insan canıyla uğraşırken onun yakınlarından birine kirli bir havlu ve eski bir çatal uzatmak pek münasebetsiz bir şey olurdu. Ayağa kalkıp ortadaki büyük masanın etrafında dolaştım. Büfenin aynasında kendimi gördüğüm zaman oldukça şaşırdım. Sapsarı kesilmiştim. Kalbim hızla atmaya başladı. Kim olursa olsun, bir insanın yaşamakla ölmek arasındaki büyük köprüde çabalaması korkunç bir şeydi. Sonra, onun en yakınları; karısı, kızları, akrabaları dururken benim onlardan fazla alaka ve teessür göstermeye hakkım olmadığını düşündüm.
Bu sırada gözüm misafir odasının aralık kapısından içeri ilişti. Biraz yaklaşıp bakınca Raif Efendi’nin kayınbiraderleri Cihat’la Vedat’ı gördüm. Bir kanepeye yan yana oturmuşlar, sigara içiyorlardı. Müthiş bir iç sıkıntısıyla kıvrandıkları ve evi bırakıp çıkamadıkları için kendi kendilerine içerledikleri belliydi. Nurten bir koltuğa oturmuş, başını koluna dayamıştı; ağlıyor yahut uyuyordu. Biraz ötede, Raif Efendi’nin baldızı Ferhunde, iki çocuğunu kucağına oturtmuş, onların gürültü etmelerine mâni olmak için bir şeyler söylüyor, fakat her hâlinden, çocuk avutmanın ne kadar acemisi olduğu anlaşılıyordu.
Hastanın kapısı açıldı ve doktor, arkasında Nurettin Bey’le beraber, çıktı. Bütün lakaytlığına rağmen canı sıkılmış bir hâli vardı.
“Yanından ayrılmayın ve akse17 gelirse o iğnelerden yapın.” diyordu.
Nurettin Bey kaşlarını çatarak sordu:
“Tehlikeli mi?”
Doktor, böyle vaziyetlerde her meslektaşının verdiği cevapla mukabele etti:
“Belli olmaz!”
Ve başka suallere maruz kalmamak, hele hastanın karısı tarafından taciz edilmemek için paltosunu ve şapkasını çabucak giydi ve Nurettin Bey’in daha evvel avcunda hazırlamış olduğu üç gümüş lirayı yüzünü buruşturup alarak evi terk etti.
Yavaşça hastanın kapısına sokuldum. İçeri baktım. Mihriye Hanım’la Neclâ, büyük bir merakla, önlerinde gözleri kapalı yatan adama bakıyorlardı. Genç kız beni görünce başıyla işaret ederek çağırdı. Şimdi annesiyle beraber, hastanın hâlinin bende uyandıracağı tesiri görmek istiyorlardı. Bunu fark ettiğim için bütün kuvvetimle kendime hâkim olmaya çalıştım. Gördüğümden müsterih olmuş gibi bir tavırla hafifçe başımı salladım. Sonra, sol tarafımda âdeta baş başa vermiş duran kadınlara dönerek, zoraki bir gülümseme ile “Korkulacak bir şey yok herhâlde… Atlatacak inşallah!” dedim.
Hasta gözlerini araladı, tanıyamamış gibi bana bir müddet baktı. Sonra büyük bir gayret sarf ederek başını karısına ve kızına çevirdi, anlaşılmaz birkaç kelime mırıldandı, yüzünü buruşturarak birtakım işaretler yaptı.
Neclâ sokuldu:
“Bir şey mi istedin babacığım?”
“Haydi, siz biraz çıkın!”
Sesi pek hafif ve kesikti.
Mihriye Hanım bize işaret etti. Fakat bunu gören hasta, elini yataktan dışarı çıkararak bileğimden yakaladı ve “Sen gitme!” dedi.
Kadınlar biraz şaşırmışlardı.
Neclâ “Babacığım, kolunu çıkarmasana!..” diye söylendi.
Raif Efendi “Biliyorum, biliyorum!” demek isteyen bir hareketle çabuk çabuk başını salladı ve onlara, çıkmaları için tekrar işaret etti.
İki kadın da yüzüme sorgucu gözlerle bakarak odayı terk ettiler.
O zaman Raif Efendi, tamamen unutmuş olduğum, elimdeki paketi gösterdi:
“Hepsini getirdin mi?”
Evvela anlayamayarak yüzüne baktım. Bu kadar merasim bunu sormak için miydi? Hasta hâlâ yüzüme bakıyor ve gözleri, büyük bir merak içindeymiş gibi parlıyordu.
İlk defa bu anda mahut siyah kaplı defteri hatırladım. Onu bir kere bile açıp bakmamış, içinde ne olduğunu merak etmemiştim. Raif Efendi’nin bu neviden bir defteri olacağı aklıma bile gelmezdi.
Paketi süratle açıp içindeki havlu vesaireyi kapının arkasındaki bir iskemlenin üzerine koydum. Sonra defteri elime alarak Raif Efendi’ye gösterdim:
“Bunu mu istiyordunuz?”
Başıyla “evet” diye işaret etti.
Yavaşça defterin yapraklarını karıştırdım. İçimde mukavemet edilmez bir merakın gitgide büyüdüğünü hissediyordum. Tek çizgili sahifelerde, iri ve intizamsız harfler, gayet acele yazıldığı belli satırlar vardı. İlk sahifeye bir göz attım, serlevha18 filan yoktu. Sağ tarafta 20 Haziran 1933 tarihi ve hemen bunun altında şu satırlar vardı:
“Dün başımdan garip bir hadise geçti ve bana on sene evvelki başka birtakım hadiseleri yeniden yaşattı…”
Alt tarafını okuyamadım. Raif Efendi tekrar kolunu çıkarmış ve elimi tutmuştu.
“Okuma!” dedi ve başıyla odanın karşı tarafını işaret ederek mırıldandı:
“Onu şuraya at!..”
Gösterdiği tarafa baktım. Mika levhaların arkasında parlayan kızıl gözleriyle demir sobayı gördüm.
“Sobaya mı?”
“Evet!”
Bu anda merakım büsbütün arttı. Raif Efendi’nin defterini ellerimle yok etmek, benim için imkânsızdı.
“Ne münasebet, Raif Bey!” dedim. “Yazık değil mi? Size uzun zaman arkadaş olmuş bir defteri manasız yere yakmak doğru mu?”
“Lüzumu yok!” dedi ve başıyla tekrar sobayı gösterdi. “Artık lüzumu yok!”
Onu bu fikirden vazgeçirmenin mümkün
17
Akse: Nöbet. (e.n.)
18
Serlevha: Yazılarda başlık. (e.n.)