Paul ile Virginie. Bernardin de Saint-Pierre
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Paul ile Virginie - Bernardin de Saint-Pierre страница 6
Madam de la Tour “Yaramaz çocuklar!” dedi. “Ne yaptınız? Bizi merakımızdan çıldırtıyorsunuz… Nereden geliyorsunuz?”
Virginie cevap verdi: “Kara Dere’den geliyoruz, oraya kaçak esir bir kadının suçunu bağışlatmak için gitmiştik. Kadın sabahleyin buraya geldiği zaman açlıktan ölüyordu. Evin kahvaltısını ona verdim. İşte bu zenciler bizi getirdiler.”
Madam de la Tour kızına sarılarak hiçbir söz söyleyemeden öptü. Virginie annesinin gözyaşlarıyla yanaklarının ıslandığını görerek “Bana bütün çektiklerimi unutturdunuz anneciğim!” dedi.
Ötede Marguerite de pek şendi. Paul’e sarılarak “Sen de oğlum, sen de iyilik ettin değil mi?” diyordu. Çocuklarıyla birlikte kulübelerine döndükleri zaman kaçak zencilerin karınlarını doyurdular. Onlar da kalanlara sağlıklar dileyerek ormanlarına döndüler.
Bu mesut aileler için her gün bir huzur ve sükûn günü oluyordu. Kalpleri ne hırsın ne de kıskançlığın ezalarını duymuştu. Entrika ile kazanılan ve iftira ile kaybedilen dünya şereflerinde hiç istekleri yoktu. Kendi şahitleri ve kendi hâkimleri gene kendileri olmak onlara yetiyordu. Bütün Avrupa müstemlekelerinde olduğu gibi dedikoduya fazla kıymet verilen bu adada onların faziletlerini hatta adlarını bilen tanıyan yoktu. Yalnız bir yolcu Pamplemousses civarından geçerken “Şu yukarıki küçük kulübelerde oturanlar kimlerdir?” diye soracak olsa alacağı cevap “Pek iyi insanlardır!” olurdu. O menekşeler gibiydiler ki dikenli fundalar içinde onları kimse görmez fakat güzel kokuları ta uzaklardan duyulur.
Onlar bir kere konuşma programından dedikoduyu büsbütün çizip çıkarmışlardı ve bunda hakları vardı. Dedikodu her şeyin hakkını söylemek bahanesini taşıyarak mutlaka kin ile beslenir ve riyakârlığa bürünür. Çünkü insanların fenalığı hakkındaki inancımızı teyit eden bu dedikodular, onlara karşı tabii bir nefret uyandırmamak ve kötülere karşı sahte iyimserlik perdesi altında kinimizi saklamaksızın onlarla birlikte yaşamak olacak şey değildir. Böylelikle dedikodu başkalarıyla yahut bizzat kendimizle aramızı bozar. Bu bayanlar ise insanlar hakkında ayrı ayrı hükümler vermeksizin bütün insanlara karşı iyilik çarelerinden başka bir şey konuşmazlardı. İyilik için ellerinden bir şey gelmemekle beraber öyle yıkılmaz bir iyilik etmek arzuları vardı ki içlerini her zaman dışarı yayılmaya elverişli bir iyilikseverlikle dolduruyordu. Bunun için insanlardan ayrı yaşamakla onlar vahşileşmek şöyle dursun bütün bütün insanileşmişlerdi. El âlemin rezaletine ait dedikodular olmayınca konuşmalarının konusunu tabiattan alırlardı ve bu mevzular onlara zevk ve neşe verirdi. Bütün olanları ve olacakları elinde tutan gizli bir varlığa coşkunca hayran kalırlardı. Hep o varlığın bir ihsanı değil miydi ki şu yalçın kayalar arasında, kendi elleri vasıta olarak, feyiz ve bereket fışkırmış, aile muhitinde temiz, sade ve her zaman yenileşen masum zevkler yaşamakta bulunmuştu.
On iki yaşında iken on beş yaşındaki Avrupalı çocuklardan daha gürbüz, daha anlayışlı olan Paul, zenci Domingue’in kaba ziraatçiliğine bir güzellik vermişti. Onunla beraber civardaki ormanlara gidip orada rastladığı limon, portakal ve yuvarlak başının yeşili pek hoş olan demirhindi fidanlarını söker; meyvesi portakal çiçeği kokan şekerli bir kaymakla dolu hurma fidanlarıyla beraber bunları şu havzanın etrafına dikerdi. Ağaç tohumları dikerdi ki daha iki yaşında iken çiçeklenir, yemiş verirdi. Salkım salkım uzun beyaz çiçekleri bir avizenin billurları gibi sarkan agatisler, keten esmeri elmas küpelerini havaya doğru kaldıran Acem leylakları, incir yaprakları gibi geniş yapraklı başlığıyla, dalsız yeşil kavun rengindeki dimdik gövdesiyle göze çarpan papaya ağaçları…
Bunlardan başka elma, armut, bademiye, Hint armudu, Hint kirazı, avukat armudu, jacgs ve jamrose çekirdekleri de dikmişti. Bunların çoğu artık genç sahiplerine yemişlerini ve gölgelerini veriyordu. Onun hamarat elleri bu havalinin en çorak yerlerine de feyiz ve bereket vermişti. Sarısabırların türlüsü, kırmızı çizgilerle bölünmüş sarı çiçekleriyle Frenk incirleri ve bunların dikenli cinsleri kayaların kara tepelerinde yükseliyor ve dağın şurada burada sarp yamaçlarında sarkan mavi veya kızıl çiçeklerle süslü uzun Amerika sarmaşıklarına yetişmek ister gibi uzanıyorlardı.
Bu bitkiler öyle bir plan dairesinde dikilmişti ki bir bakışta hepsini birden görmek mümkün olabilirdi. Bu maksatla ortalarda az yükselen otlar, sonra ağaççıklar, daha sonra orta boylu ağaçlar, nihayet çevrenin sınırını teşkil eden yüksek ağaçlar geliyordu. Bir hâlde ki buğday ve pirinç tarlalarıyla geniş çayırları, sebzeleri, çiçekleri ve yemişleriyle bu koca saha, yeşil merkezinden bakılınca bir amfiteatr manzarası gösteriyordu. Şu kadar var ki Paul bu işleri kendi planına göre yaparken tabiatın planından ayrılmıyordu. Tabiattan aldığı ilhamlarla rüzgârla savrulan tohumların yüksek yerlerde, suda batmayanların su kenarında iyi yetiştiğine dikkat etmişti. Bu suretle her bitki kendi muhitinde yetişir ve her yer kendi yetiştirebileceği nebatın tabii süsleriyle bezenirdi.
Coşkun bir hâlde kayalardan taşıp akan sular ovanın şurasında burasında pınarlar, kaynaklar yapar, sonra bütün bu ağaçları, çiçekleri, yeşillikleri ve göklerin maviliğini göğsünde kucaklayan gümüş aynalar vücuda getirirdi.
Bu havalide arazi pek arızalı olmakla beraber bütün bu saydığımız şeyler bir bakışta görülebildiği kadar elle de tutulacak gibi idi. Doğrusu biz de kendisine bu işi başarması için yardım ediyor ve akıl öğretiyorduk. Havzanın etrafına önce bir yol açmıştı. Sonra bu yol çemberini ortasına birleştiren birçok yolcuklar daha yapıldı. İnişli yokuşlu yollardan istifade çaresini bularak ince bir düzenle bunlardan geziciler için kolaylıklar çıkarmış, yabani ağaçları ötekilerin arasında daha şirin göstermeye muvaffak olmuştu. Şimdi şu yolları tıkayan ve adanın her tarafını dolduran çakıl taşlarından şurada burada kümeler yapar, diplerine toprak döşedikten sonra gül fidanları ve Amerika sinamekisi gibi taşlı yerlerden hoşlanan fidancıklarla oralarını süslerdi. Çok geçmeden bu cansız ve neşesiz kümelerden, hayat fışkırmaya başladı. Dilber yeşillikler arasında parlak renkli çiçekler gülümsedi. İki tarafı ağaçlı hendekler, kenarlarına dikilen ağaç dallarıyla öyle kubbeli mağaralar vücuda getirmişti ki oraya güneş nüfuz edemezdi ve günün sıcak zamanlarını gidip onların serinliklerinde geçirirlerdi. Bu yollardan biri sizi yabani ağaçların bir kümesine götürür ki rüzgâr değmeyen ortasında yemiş yüklü bir ağaç büyür. Ötede bir harman yeri, beride bir yemiş bahçesi; yolların birinden kendi evleri, öbüründen tepeleri bulutlara karışan dağlar görünür.
Sarmaşıklara dolanan sık bir koru o kadar loştur ki güpegündüz bile göz gözü görmez. Onun yanında dağdan ayrılan şu büyük kayanın tepesinden bakılınca bütün bu havza, uzakta bir deniz ve o denizin lekesiz, parlak düzlüğünde ara sıra bir geminin, Avrupa’dan gelen veya oraya dönen bir yelkenlinin kanat açtığı görülürdü. İşte bu kayanın üzerinde idi ki akşamüstü bütün aile efradı toplanır, sessiz havanın serinliği içinde çiçeklerin kokusunu içine çeker, suların şarıltısını dinler, ışık ve gölgelerin son oyunlarına gözleri dalardı.
Bu labirentin böyle izbe güzel yerlerine vermiş oldukları adlar kadar hiçbir isim şirin olamaz. Demin size anlattığım şu kayanın bulunduğu yerden baktıkları vakit benim geldiklerimi pek uzaklardan seçebildikleri için oraya “Dost Yolunun Gözcüsü” adı verilmişti. Denizde bir gemi görüldüğü vakit dağın tepesine sancak çektikleri gibi, Paul ile Virginie de beni ta uzaktan gördükleri vakit burada kendi yetiştirdikleri bambu