Gülistan. Şeyh Sadi Şirazi
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Gülistan - Şeyh Sadi Şirazi страница 10
Fakir, zengine cevap verdi: “Sen niçin iş güç tutmuyorsun ki padişah hizmetinde bulunmak zilletinden kurtulasın?”
Hükema demiş ki: “Kendi ekmeğini yiyip oturmak, altın kemer bağlayıp hizmet için bir mahlukun karşısında ayakta durmaktan hayırlıdır.”
Kızgın demiri el ile yoğurup hamur etmek, beyler önünde el bağlamaktan daha iyidir.
Kıymetli ömür iki düşünce ile geçiyor: Yazın ne yiyeyim, kışın ne giyeyim?
Ey alçak karın, bir ekmek ile kanaat et ki hizmetkâr olup başkalarının önünde yerlere kadar eğilmeyesin.
Birisi Nuşirevan’a şu müjdeyi verdi: Yüce Allah filan düşmanını dünyadan kaldırdı.
Nuşiveran: “Beni bırakacağını duydun mu, işittin mi, ölüme sevinilir mi?” dedi.
“Düşmanın ölmesiyle benim için sevinmek olmaz, çünkü bizim hayatımız da ebedî değildir.”
Hükemadan birtakım kimseler, Kisra’nın huzurunda bir iş hakkında konuşuyorlardı. Onların en büyüğü olan Büzüremihr ağzını açmıyordu.
Hakimler, Büzüremihr’e “Niçin sen de bu hususta fikrini söylemiyorsun?” dediler.
Büzüremihr cevap verdi: “Vezirler, hekimler gibidirler. Tabip, ilacı ancak hastaya verir. Görüyorum ki reyleriniz pek doğrudur. Şu hâlde benim söylemem hikmete münafi olur.”
Bir iş benim müdahalem olmaksızın meydana geliyorsa benim o iş hakkında söz söylemem doğru olmaz, eğer görsem ki bir âmâ yolda gidiyor, önünde bir kuyu var, o zaman susarsam günah işlemiş olurum.
Mısır iklimi Harun Reşid’in idaresine geçince: “Azgın Firavun Mısır mülküne mağrur olarak tanrılık davasına kalkışmıştı. Onu tahkir için Mısır mülkünü kölelerimin en aşağısına vereceğim.’’ dedi. Huseyb isminde ahmak bir kölesi vardı. Mısır valiliğine onu tayin etti.
Mezkur kölenin aklının dirayetinin derecesini anlatmak için derler ki: Birtakım Mısır ekincileri şikâyete geldiler ve dediler ki: “Nil kenarında pamuk ekmiştik yağmur vakitsiz geldi, pamuklarımız telef oldu.”
Huseyb: “İyi yapmamışsınız, yün ekmeliydiniz.’’ dedi.
Bu vakayı işiten bir âlim şöyle dedi: “Eğer servet ilim ile artsaydı cahilden daha fakir kimse olmazdı. Hâlbuki cahillere öyle rızıklar erişiyor ki yüz âlim onlara şaşakalıyor.
Baht, devlet iş bilmekle değildir. Tanrı vergisidir. Nice akılsız, beyinsiz kimselerin makbul; nice akillerin hakir, hor olduğu bu dünyada çok görülmektedir.
Kimyacı, kaygı, keder, mihnet, meşakkat içinde ölmüş; ahmak bir kimse viranede define bulmuştur.”
Padişahın birine bir Çin cariyesi getirmişlerdi. Bir sarhoşluk sırasında ona yaklaşmak istedi. Kız, teslim olmadı. Hükümdar kızdı. Cariyeyi, bendelerinden siyah bir Arap’a bahşetti.
Arap’ın bir dudağı yerde, bir dudağı gökte denecek derecede öyle çirkin bir hâli vardı ki Hz. Süleyman’ın mührünü çalan cin, onun çehresinden ürker ve onun koltukları katran gibi kokardı.
Sanki Yusuf’ta güzellik tamam olduğu gibi çirkinlik de bunda sona ermişti.
Ondaki çirkin yüzü ne tasavvur etmek ne de anlatmak mümkündür. Koltuğu, Allah korusun, temmuz güneşi karşısında iaşeden daha murdar kokardı.
Anlatırlar ki Arap nefsini tutamaz, şehveti galip gelerek kızın bikrini izale eder.
Sabah olunca ayılan hükümdar cariyeyi arar, bulamaz.
Akşam olup biteni anlatırlar, kızar; Arap’la cariyenin ellerini ve ayaklarını sağlamca bağlayıp kaleden aşağı atmalarını emreder.
İyi huylu vezirlerden biri hürmetle huzura gelerek der ki:
“Diğer hizmetkâr kullarınız inam ihsanımıza alışık oldukları için Arap’ın bu hususta bir kabahati yoktur.”
Hükümdar sorar: “Bir gece sabrederek dokunmasaydı ne olurdu?”
Vezir cevap verir: “Efendimiz işitmediniz mi şöyle söylemişlerdir: Susuzluktan yanmış, tutuşmuş bir kimse, abıhayat çeşmesine yetiştiği zaman zannetme ki kükremiş filden korkar.
Karnı aç olan mezhepsizin boş bir evdeki sofra başında ramazanı düşüneceğine akıl inanır mı?”
Bu latife padişahın hoşuna gitti. “Arap’ı sana bağışladım amma cariyeyi ne yapayım?” diye sordu.
Vezir cevap verdi: “Cariyeyi de Arap’a bağışlayın ki onun artığı ona yaraşır.”
Onu hiçbir zaman dostluğa da layık görme ki beğenilmedik bir yere gidebilir.
Ağzı kokmuş bir kimsenin artığı olduğu zaman, susamış bir insanın gönlü, abızülâli dahi istemez.
Turunç, pislik içine düşse bir daha padişahın eli ona değer mi?
Bardak, çıbanlı bir kimsenin ağzına değmiş olsa susamış bir insan ondan su içebilir mi?
İskenderi Rumî’ye: “Maşrık ile Mağrip diyarını nasıl fethettin?” demişler. “Hâlbuki senden evvelki padişahların hazineleri, malları, ömürleri, askerleri seninkinden daha çoktu. Böyle iken onlara bu kadar fütuhat müyesser olmadı.”
İskender şöyle cevap vermiş: “Cenabıhakk’ın yardımıyla her fethettiğim memleketin reayasını incitmedim ve geçmiş padişahların adlarını iyilikten başka bir şeyle anmadım.”
Büyüklerin adlarını çirkin bir surette yâd eden kimseye ukala, büyük demezler.
Baht, taht, emir, nehiy, vurma, tutma mademki geçen şeylerdir, hepsi hiçtir. Geçmişlerin iyi adını zayi etme ki senin adında iyi payidar kalsın.
2. Bölüm
Dervişlerin Ahlakı Beyanındadır
Büyüklerden biri bir zahide sormuş: “Filan âbit hakkında birtakım fena sözler söylüyorlar. Sen onu nasıl bilirsin?”
Zahit cevap vermiş: “Görünüşte fena bir şey görmüyorum! İçyüzüne gelince görünmeyen şeyi bilmem.”
Her kimi zahit kıyafetinde görürsen kalbinde ne olduğunu bilmezsen dahi, onu zahit bil; iyi adam zannet. Çünkü polis ev içerisine karışmaz.
Bir dervişi gördüm, Kâbe’nin eşiğine başını koymuş ağlayarak şöyle niyaz ediyordu: Ya Gafur, Ya Rahim sen bilirsin ki pek zalim, pek cahil