Gülistan. Şeyh Sadi Şirazi
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Gülistan - Şeyh Sadi Şirazi страница 8
Hoca şöyle dedi: “Padişahım, kulunuz da bu işte bir hata görmüyorum. Belki başıma böyle nahoş bir iş gelmesi takdiri ilahîde varmış. O işin sizin elinizde vukua gelmesi pek iyi oldu; çünkü üzerimde çok nimetiniz, lütfunuz, ihsanınız vardır, size minnettarım.”
Eğer halktan bir zarar erişirse incinme; çünkü halktan ne rahat erişir ne de mihnet erişir.
Düşmanın düşmanlığını, dostun dostluğunu Allah’tan bil; çünkü her ikisinin de kalbi Cenabıhakk’ın yed-i tasarrufundadır.
Atılan ok yaydan geçer; fakat akıllı insan oku yaydan bilmez; yayı tutan insandan bilir.
Arap meliklerinden birisi mukarreplerine der ki: “Filancanın aylığı her kaç ise iki kat yapınız; zira saraya devam ediyor ve fermana fevkalade riayetkârdır. Diğer hizmetkârlar ise eğlence ve oyun ile meşgul oluyor ve hizmette tembellik, gevşeklik gösteriyorlar.
Ariflerden bir zat bunu işitti ve coşup vecde geldi.
Sebebini sordular:
“Cenabıhakk’ın dergâhında kullanılan derecelerin artması da böyledir.” dedi.
Bir kimse padişahın hizmetine iki sabah devam ederse, üçüncüsünde padişah ona lütuf ile bakar.
İhlas ile ibadet edenler de Cenabıhakk’ın âsitânından elbette meyus dönmezler.
Büyüklük buyruk kabul etmektedir. Buyruk tutmamak mahrumluğun delilidir. Kimde doğruların siması varsa eşikten ayrılmaz hizmet eder.
Bir zalimi hikâye ederler ki fakirlerin odunlarını zulüm ile alır ve zenginlere cebren verirmiş.
Ariflerden bir zat o zalime tesadüf edip şöyle demiş:
“Sen bir yılansın, ki kimi görsen sokarsın, yahut baykuşsun, ki nerede otursan viran edersin.
Senin gücün bize yeterse gaybı bilen Cenabıhakk’a yetmez. Yer ehline cebretme ta ki göğe beddua akmasın.”
Zalim bu sözden incinmiş, suratını asmış. Ona iltifat etmemiş, böbürlenmiş.
Aradan çok geçmeden, bir gece o zalimin odun ambarı yanmış. Yalnız odunları değil konağı, nesi var nesi yok hepsi de yanmış. Zalim yumuşak döşekten kızgın külün üzerine düşmüş.
Tesadüfi olarak evvelce ona nasihat eden zat oradan geçerken ona rastlamış. Bakmış ki ahbaplarını, hempalarını toplamış onlarla hasbihâl ederek: “Bilmiyorum bu ateş benim sarayıma nereden sıçradı.” diyormuş.
O zat: “Fakirlerin gönüllerinde yanan ateşin dumanından.” demiş.
Yaralı gönüllerin tütününden sakın, çünkü gönül yarası nihayet tesir eder; elinden geldiği kadar bir gönlü perişan etmemeye çalış, çünkü bir ah cihanı altüst eder.
Keyhüsrev’in tacında şu kıtanın mazmunu yazılıydı:
“Nice yıllar, nice uzun ömürler halk, yeryüzünde başımızı çiğneyerek gelip geçecektir. Saltanat denilen şey elden ele bize kadar geldiği gibi böylece bizden sonra başkalarının ellerine de geçecektir.”
Birisi pehlivanlıkta birincilik kazanmıştı.
Bu ilimde 360 ağır oyun bilir ve her gün birisiyle güreş tutardı. Birçok şakirtler vardı. İçlerinden birisini gönlü sevdi, ona 359 oyun öğretti, geriye kalan bir oyun için şakirdi: “Usta onu da öğretsene.” dedikçe ustası, “Peki, peki” diye onu atlatırdı. Çocuk sanatta, kuvvette son dereceyi buldu, karşısına kimse çıkamaz, zoruna kimse dayanamazdı.
Nihayet o dereceyi buldu ki bir gün padişahın huzurunda: “Ustam büyüğümdür, üzerimde hakkı var. Bu iki noktadan dolayı fazileti haizdir. Benden üstündür, yoksa kuvvette ondan aşağı değilim, sanatta da ona müsaviyim.” dedi.
Çocuğun bu terbiyesizliği padişahın hoşuna gitmedi. “Ustan ile güreşmelisin.” emrini verdi.
Geniş bir meydan tayin ettiler. Devlet erkânı, saltanat ayanı, meşhur pehlivanlar oraya toplandılar.
Çocuk meydana bir sarhoş fil gibi geldi. Öyle bir dehşetle geldi ki eğer karşısındaki demir dağ olsaydı yerinden koparırdı. Ustası anladı ki genç çırak kuvvetçe ondan üstündür; ondan saklamış, ona öğretmemiş olduğu oyun ile ona sarıldı. Çocuk bunu bilmiyordu. Nihayet usta onu iki eliyle kaldırdı, başından yukarıya götürdü ve yere vurdu.
Orada mevcut insanlardan bir gürültüdür koptu.
Padişah emretti, ustaya bir hilat giydirdiler, bahşişler verdiler; çocuğu ise azarladı, kınadı: “Seni yetiştiren ustana vefasızlık ettin. Onu yenmeye kalkıştın, onu da başaramadın.” dedi.
Çocuk: “Padişahım, ustam beni zor ile kuvvet ile yıkmadı, belki benden esirgemiş olduğu bir oyun ile yıktı.” dedi.
Ustası cevap verdi: “Evet o oyunu böyle bir gün için saklıyordum. Hükema demiş ki: Dostuna o kadar kuvvet verme ki sana düşman olacak olursa seni mağlup edemesin.”
Büyüğü ile mücadeleye kalkışan küçük öyle yere serilir ki bir daha kalkamaz.
Kendi beslediği kimseden cefa gören adamın ne dediğini duymadın mı?
“Vefa denilen şey ya esasen bu âlemde yoktur, kuru bir adı vardır; yahut bu zamanlarda vefa eden kimse yoktur. Benden ok atmayı öğrenen bir kimse yoktur ki sonunda beni nişan almasın.”
Tek başına yaşayan bir derviş bir sahra köşesinde oturmuştu. Tesadüfen padişah oraya uğradı.
Derviş kanaat mülkünde dünyadan el etek çekmiş olduğu cihetle başını kaldırmadı ve padişaha göz ucu ile olsun bakmadı.
Padişah saltanatın taşkınlığı icabı olarak kızdı ve “Bu hırka giyen insanlar hayvan gibidirler, kabiliyet ve insanlık onlarda yoktur.” dedi.
Vezir, dervişin yanına gelip: “Derviş bana bak, yeryüzünün padişahı senin önünden geçti. Niçin hürmet etmedin, niçin edep şartını yerine getirmedin?” dedi.
Derviş şöyle cevap verdi: “Padişaha söyle ki hizmeti, hürmeti, kendisinden para pul uman kimseden beklesin. Bir de şunu söyle; padişahlar ahalinin muhafazası için o mevkiye gelirler, yoksa ahali padişahlara tapınmak için yaratılmış değildir.”
Her ne kadar devlet ve saltanat sayesinde mal, mülk, para padişahların elinde ise de onlar fakirlerin bekçisidirler.
Koyun çoban için değildir. Belki çoban koyunlara hizmet içindir.4
Bugün birini muradına ermiş, diğer birini de kendi kendine didinir, gönlü yaralı görürsün. Biraz sabret, göreceksin ki o hayal peşinde koşan kimsenin beynini toprak yiyecektir. Ölüm gelince şahlık, bendelik farkı zail olur.
4