.
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу - страница 2
Tasfiyecilik, lisanımızdan Arap, Acem cezirlerinden gelmiş bütün kelimeleri çıkararak, bunların yerine Türk cezrinden doğmuş eski kelimeleri; yahut Türk cezrinden yeni edatlarla yapılacak yeni Türk kelimelerini ikame etmekten ibaretti. Bu nazariyenin fiilî tatbikatını göstermek üzere neşrolunan bazı makaleler ve mektuplar zevk sahibi olan okuyucuları tiksindirmeye başladı. Halk lisanına geçmiş olan Arabi ve Farisi kelimeleri Türkçeden çıkarmak, bu lisanı en canlı kelimelerinden, dinî, ahlaki, felsefi tabirlerinden mahrum edecekti. Türk cezrinden yeni yapılan kelimeler, sarf kaidelerini hercümerç etmesinden başka, halk için ecnebi kelimelerden daha yabancı, daha meşhuldü. Binaenaleyh, bu hareket lisanımızı sadeliğe, vuzuha doğru götürecek yerde, muğlakiyete ve zulmete doğru götürüyordu. Bundan başka, tabii kelimeleri atarak, onların yerine suni kelimeler ikamesine çalıştığı için, hakiki bir lisan yerine suni bir Türk Esperantosu vücuda getiriyordu. Memleketin ihtiyacı ise, böyle bir yapma Esperanto’ya değil, bildiği ve anladığı munis ve gayrisuni kelimelerden mürekkep bir mufahhame vasıtasına idi. İşte bu sebepten, İkdam’daki tasfiyecilik cereyanından, fayda yerine mazarrat husule geldi.
Bu sırada, Tıbbiye’de teşekkül eden gizli bir inkılap cemiyetinde “Pantürkizm, Panottomanizm, Panislamizm” mefkûrelerinden hangisinin daha ziyade şeniyete muvafık olduğu münakaşa ediliyordu. Bu münakaşa, Avrupa’daki ve Mısır’daki genç Türklere de intikal etmiş, bazıları Pantürkizm mefkûresini, bazıları da Panottomanizm mefkûresini kabul etmişlerdi. O zaman Mısır’da çıkan “Türk” gazetesinde Ali Kemal, “Osmanlı ittihadı” fikrini ileri sürerken, Akçuraoğlu Yusuf Bey’le Ferid Bey “Türk ittihadı” siyasetini tavsiye ediyorlardı.
Bu sırada Hüseyinzade Ali Bey İstanbul’dan ve Ağaoğlu Ahmed Bey Paris’ten Bakü’ye gelmişler ve orada mücahede için el ele vermişlerdi. Topçubaşı da bunlara iltihak etti. Bu üç zat orada, o zamana kadar hâkim bulunan Sünnilik ve Şiilik ihtilaflarını izale ederek Türklük ve İslamlık camiaları etrafında bütün Azerbaycanlıları toplamaya çalıştılar.
24 Temmuz İnkılabından sonra Türkiye’de Osmanlılık fikri hâkim olmuştu. Bu esnada, intişara başlayan “Türk Derneği” mecmuası, gerek bu sebepten, gerek yine tasfiyecilik cereyanına kapılmasından dolayı hiçbir rağbet görmedi.
31 Mart’tan sonra, Osmanlıcılık fikri eski nüfuzunu kaybetmeye başladı. Vaktiyle Abdülhamit’e İslam ittihadı fikrini vermiş olan Alman kayseri bu fırsattan istifade ederek, Sultan Ahmed Meydanı’nda “İslam ittihadı” namına bir miting yaptırdı. Bugünden itibaren, memleketimizde gizli “İttihad-ı İslam” teşkilatı yapılmaya başlandı. Genç Türkler Osmanlıcı ve İttihad-ı İslamcı olmak üzere iki muarız kısma ayrılmaya başladılar. Osmanlıcılar kozmopolit, İttihad-ı İslamcılar ise ultramonten idiler.
Her iki cereyan da memleket için muzırdı. Ben, 1326 kongresinde Selanik’te merkez-i umumi azalığına intihap olunduğum sırada siyasi ahval bu merkezdeydi.
Bu sırada, Selanik’te “Genç Kalemler” isminde bir mecmua çıkıyordu. Mecmuanın sermuharriri Ali Canip Bey’le bir gece Beyaz Kule Bahçesi’nde konuşuyorduk. Bu genç bana mecmuanın lisanda sadeliğe doğru bir inkılap yapmaya çalıştığını, Ömer Seyfeddin’in bu mücahedede pişva olduğunu anlattı. Ömer Seyfeddin’in lisan hakkındaki bu fikirleri tamamiyle benim kanaatlerime tevafuk ediyordu. Gençliğimde Taşkışla’da mahpus olduğum sırada, neferlerin mülazım-ı evvele “evvel mülazım”, mülazım-ı saniye “sani mülazım”, Trablus-ı Garp’a “Garp Trablusu”, Trablus-ı Şam’a “Şam Trablusu” demeleri bende şu kati kanaati uyandırmıştı:
Türkçeyi ıslah için bu lisandan bütün Arabi ve Farisi kelimeleri değil, umum Arabi ve Farisi kaideleri atmak. Arabi ve Farisi kelimelerden de Türkçesi olanları terk ederek, Türkçesi bulunmayanları lisanda ibka etmek.
Bu fikre dair bazı yazılar yazmış isem de, neşrine fırsat bulamamıştım. Nasıl ki Türkçülük hakkında yazı yazmaya da henüz bir fırsat elvermemişti. Daha on beş yaşında iken Ahmed Vefik Paşa’nın “Lehçe-i Osmanî”si ile Süleyman Paşa’nın “Tarih-i Âlem”i bende Türkçülük temayüllerini doğurmuştu. 1312’de İstanbul’a geldiğim zaman ilk aldığım kitap Leon Cahun’ün Tarih’i olmuştu. Bu kitap âdeta Pantürkizm mefkûresini teşvik etmek üzere yazılmış gibidir. O zaman Hüseyinzade Ali Bey’le temas ederek Türkçülük hakkındaki kanaatlerini öğreniyordum.
Hülasa, on yedi on sekiz seneden beri Türk milletinin sosyolojisini ve psikolojisini tetkik için sarf ettiğim mesainin mahsulleri kafamın içinde istif edilmiş duruyordu. Bunları meydana atmak için yalnız bir vesilenin zuhuruna ihtiyaç vardı. İşte, Genç Kalemler’de Ömer Seyfettin’in başlamış olduğu mücahede bu vesileyi ihzar etti. Fakat ben lisan meselesini kâfi görmeyerek Türkçülüğü bütün mefkûreleriyle, bütün programıyla ortaya atmak lazım geldiğini düşündüm. Bütün bu fikirleri ihtiva eden “Turan” manzumesini yazarak Genç Kalemler’de neşrettim. Bu manzume tam zamanında intişar etmişti.
Çünkü Osmanlıcılıktan da, İslam ittihatçılığından da memleket için tehlikeler doğduğunu gören genç ruhlar kurtarıcı bir mefkûre arıyorlardı. Turan manzumesi bu mefkûrenin ilk kıvılcımı idi. Ondan sonra, mütemadiyen bu manzumedeki esasları şerh ve tefsir etmeye uğraştım.
Turan manzumesinden sonra, Ahmet Hikmet Bey “Altın Ordu” makalesini neşretti. İstanbul’da “Türk Yurdu” mecmuasıyla “Türk Ocağı” cemiyeti teşekkül etti. Halide Hanım “Yeni Turan” adlı romanıyla Türkçülüğe büyük bir kıymet verdi. Hamdullah Suphi Bey Türkçülüğün faal bir reisi oldu. İsimleri yukarıda geçen yahut geçmeyen bütün Türkçüler, gerek Türk Yurdu’nda, gerek Türk Ocağı’nda birleşerek beraber çalıştılar. Köprülüzade Fuad Bey “Türkiyat” sahasında büyük bir mütebahhir ve âlim oldu. İlmî eserleriyle Türkçülüğü tenvir etti.
Yakup Kadri, Yahya Kemal, Falih Rıfkı, Refik Halit, Reşat Nuri Beyler gibi naşirler ve Orhan Seyfi, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Hikmet Nazım, Vâlâ Nurettin Beyler gibi şairler yeni Türkçeyi güzelleştirdiler. Müfide Ferid Hanım gerek kıymetli kitaplarıyla, gerek Paris’teki yüksek konferanslarıyla Türkçülüğün yükselmesine büyük himmetler sarf etti.
Türkçülük âlemi bugün o kadar genişlemiştir ki bu sahada çalışan sanatkârlarla ilim adamlarının hepsinin isimlerini saymak ciltlerle kitaplara muhtaçtır. Yalnız, Türk mimarlığında Mimar Kemal Bey’i unutmamak lazımdır. Bütün genç mimarların Türkçü olmasında mumaileyhin büyük bir tesiri vardır.
Mamafih, Türkçülüğe dair bütün hareketler akim kalacaktı, eğer Türkleri Türkçülük mefkûresi etrafında birleştirerek büyük bir inkıraz tehlikesinden kurtarmaya muvaffak olan büyük dâhi zuhur etmeseydi! Bu büyük dâhinin ismini söylemeye hacet yok, bütün cihan bugün Gazi Mustafa Kemal Paşa ismini mukaddes bir kelime addederek her an hürmetle anmaktadır. Evvelce Türkiye’de, Türk milletinin hiçbir mevkisi yoktu. Bugün, her hak Türk’ündür. Bu topraktaki hâkimiyet Türk hâkimiyetidir; siyasette, harsta, iktisatta hep Türk halkı hâkimdir. Bu kadar kati ve büyük inkılabı yapan zat Türkçülüğün en büyük adamıdır. Çünkü düşünmek ve söylemek kolaydır. Fakat yapmak ve bilhassa muvaffakiyetle neticelendirmek çok güçtür.
2