.

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу - страница 5

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
 -

Скачать книгу

Muhammed’in cenneti gibi ne zaman ve nerede görüneceği malum olmayan bir şeydir.”

      İşte, Turan mefkûresi de bunun gibidir. Yüz milyon Türk’ün bir millet hâlinde birleşmesi Türkçüler için en kuvvetli vecd membaıdır. Turan mefkûresi olmasaydı, Türkçülük bu kadar süratle intişar etmeyecekti. Mamafih kim bilir? Belki, istikbalde “Turan” mefkûresinin husulü de mümkün olacaktır. Mefkûre, istikbalin halikidir. Dün Türkler için hayalî bir mefkûre hâlinde bulunan “millî devlet”, bugün Türkiye’de bir şeniyet hâlini almıştır.

      O hâlde, Türkçülüğü, mefkûresinin büyüklüğü noktasından üç dereceye ayırabiliriz:

      1. Türkiyecilik.

      2. Oğuzculuk yahut Türkmencilik.

      3. Turancılık.

      Bugün şeniyet sahasında yalnız Türkiyecilik vardır. Fakat ruhların büyük bir iştiyakla aradığı “Kızılelma”, şeniyet sahasında değil, hayal sahasındadır. Türk Köylüsü Kızılelma’yı tahayyül ederken, gözünün önüne eski Türk ilhanlıkları gelir. Filhakika, Turan mefkûresi mazide bir hayal değil, bir şeniyetti. Milattan 210 sene evvel, Kun hükümdarı “Mete”, Kunlar (Hunlar) namı altında bütün Türkleri birleştirdiği zaman “Turan” mefkûresi bir şeniyet hâline girmişti. Hunlardan sonra Avarlar, Avarlardan sonra Göktürkler, Göktürklerden sonra Oğuzlar, bunlardan sonra Kırgız, Kazaklar, daha sonra Kür Han, Cengiz Han ve sonuncu olmak üzere Timurlenk, Turan mefkûresini şeniyet hâline getirmediler mi?

      “Turan” kelimesinin manası şu suretle tahdit olunduktan sonra, artık Macarların, Finuvalıların, Moğolların Turan ile bir alakalarının kalmaması icap eder. Turan, bütün Türklerin mazide ve belki de istikbalde bir şeniyet olan büyük vatanıdır.

      Turaniler, yalnız Türkçe konuşan milletlerdir. Eğer Ural ve Altay ailesi gerçekten varsa, bunun kendisine mahsus bir ismi olduğundan “Turan” adına ihtiyacı yoktur.

      Bir de bazı Avrupalı müellifler, Garbi Asya’da aslen Samilere yahut Arilere mensup olmayan bütün kavimlere “Turan” adını veriyorlar. Bunların maksadı, bu kavimlerin Türklerle akraba olduğunu tasdik etmek değildir. Yalnız Samilerle Arilerden hariç kavimler olduğunu anlatmak içindir.

      Bundan başka, bazı müellifler de Şehname’ye nazaran “Tur” ile “İreç”in kardeş olduğuna bakarak Turan’ı eski İran’ın bir kısmı addetmektedir.

      Hâlbuki Şehname’ye göre Tur ile İreç’in üçüncü bir kardeşleri daha vardır ki adı “Selem”dir. “Selem” ise İran’dan bir şubenin dedesi değil, bütün Samilerin müşterek ceddidir. O hâlde, Feridun’un oğulları olan bu üç kardeş, Nuh’un oğulları gibi eski etnografik taksimatın adlarından doğmuştur. Bundan anlaşılıyor ki “Turan” İran’ın bir cüzü değil, bütün Türk illerinin mecmuu olan Türk camiasından ibarettir.

      4

      HARS VE MEDENİYET

      Hars ile medeniyet arasında hem iştirak hem de ayrılık noktaları vardır. Hars ile medeniyet arasındaki iştirak noktası, ikisinin de bütün içtimai hayatlarının cami olmasıdır. İçtimai hayatlar şunlardır: dinî hayat, ahlaki hayat, hukuki hayat, muakalevi hayat, bedii hayat, iktisadi hayat, lisani hayat, fennî hayat. Bu sekiz türlü içtimai hayatların mecmuuna “hars” adı verildiği gibi “medeniyet” de denilir. İşte, hars ile medeniyet arasında iştirak ve müşabehet noktası budur. Şimdi de hars ile medeniyet arasındaki ayrılıkları, arayalım:

      Evvela, “hars” millî olduğu hâlde, “medeniyet” beynelmileldir. Hars, yalnız bir milletin dinî, ahlaki, hukuki, muakelevi, bedii, iktisadi ve fennî hayatlarının ahenktar bir mecmuasıdır. Medeniyetse, aynı “mamure”ye dahil birçok milletin içtimai hayatlarının müşterek bir mecmuudur. Mesela Avrupa ve Amerika mamuresinde bütün Avrupalı milletler arasında müşterek bir “Garp medeniyeti” vardır. Bu medeniyetin içinde birbirinden ayrı ve müstakil olmak üzere bir İngiliz harsı, bir Fransız harsı, bir Alman harsı ilh. mevcuttur.

      Saniyen, medeniyet usul vasıtasıyla ve ferdî iradelerle vücuda gelen içtimai hadiselerin mecmuudur. Mesela dine dair bilgiler ve ilimler, usul ve irade ile vücuda geldiği gibi ahlaka, hukuka, güzel sanatlara, iktisada, muakaleye, lisana ve fenlere dair bilgiler ve nazariyeler de hep fertler tarafından usul ve irade ile vücuda getirilmişlerdir. Binaenaleyh, aynı mamure dahilinde bulunan bütün bu mefhumların, bilgilerin ve ilimlerin mecmuu “medeniyet” dediğimiz şeyi vücuda getirir.

      Harsa dahil olan şeylerse usul ile, fertlerin iradesiyle vücuda gelmemişlerdir, suni değillerdir. Nebatların, hayvanların uzvi hayatı nasıl kendiliğinden ve tabii bir surette inkişaf ediyorsa, harsa dahil olan şeylerin teşekkül ve tekâmülü de tıpkı öyledir. Mesela, lisan fertler tarafından usulle yapılmış bir şey değildir. Lisanın bir kelimesini değiştiremeyiz. Onun yerine başka bir kelime icat edip koyamayız. Lisanın, kendi tabiatından doğan bir kaidesini de değiştiremeyiz. Lisanın kelimeleri ve kaideleri ancak kendiliğinden değişir. Biz bu değişmeye seyirci kalırız. Fertler tarafından lisana yalnız, birtakım ıstılahlar yani yeni lafızlar ilave olunabilir. Fakat bu lafızlar mensup olduğu mesleki zümre tarafından kabul edilmedikçe, lafız mahiyetinde kalarak, kelime mahiyetini alamaz. Yeni bir lafız, bir mesleki zümre tarafından kabul edildikten sonra da zümrevi bir kelime mahiyetini alır. Ancak bütün halk tarafından kabul edildikten sonradır ki müşterek kelimeler arasına girebilir.

      Fakat yeni lafızların bir zümre yahut bütün halk tarafından kabul edilip edilmemesi mucitlerinin elinde değildir. Eski Osmanlı lisanında Şinasi’den beri milyonlarca yeni lafız icat olunduğu hâlde, bunlardan cüzi bir kısmı zümrevi kelimeler sırasına geçebilmiştir. Müşterek kelimeler sırasına geçenlerse beş on kelimeye münhasırdır.

      Demek ki harsın ilk numunesini lisanın kelimelerinde, medeniyetin ilk numunesini de yeni lafızlar suretinde icat olunan ıstılahlarında görüyoruz. Kelimeler içtimai müesseselerdir, yeni lafızlarsa ferdî tesislerdir. Bir ferdin icat ettiği bir lafız bazen ani bir intişarla halk arasında yayılabilir. Fakat bu intişar kuvvetini o lafza veren, onu icat eden adam değildir; cemiyetin fertlerce meçhul olan gizli bir cereyanıdır.

      Bundan on beş sene evvel, memleketimizde yan yana iki lisan yaşıyordu. Bunlardan birincisi, resmî bir kıymete malikti ve yazıyı inhisar altına almış gibiydi. Buna “Osmanlıca” adı veriliyordu.

      İkincisi, yalnız halk arasında konuşmaya münhasır kalmış gibiydi. Buna da istihfafla “Türkçe” adı veriliyordu. Ve umuma mahsus bir “argo” zannediliyordu. Hâlbuki asıl tabii ve hakiki lisanımız bu idi. “Osmanlıca” ise Türkçe, Arapça ve Acemceden ibaret olan üç lisanın sarfını, nahvini, kamusunu birleştirmekle husule gelmiş suni bir halitadan ibaretti. Bu iki lisandan birincisi tabii bir teşekkül ve teamülle kendiliğinden vücuda gelmişti. Binaenaleyh, harsımızın lisanı idi. İkincisi ise fertler tarafından usulle ve irade ile yapılmıştı. Bu lisani aşurenin içine yalnız bazı Türkçe kelimeler ve edatlar karışabilirdi. Demek ki Osmanlıcanın harsımızdan pek az bir hissesi vardı. Bundan dolayı ona medeniyetimizin lisanı idi diyebiliriz.

      Memleketimizde bu iki lisan gibi, iki vezin de yan yana yaşıyordu. Türk halkının kullandığı Türk vezni, usul ile yapılmıyordu. Halk şairleri vezinli olduğunu bilmeden gayet lirik şiirler yazıyorlardı. Tabii bu ilham ile ibda ile oluyordu. Usulle ve taklitle yapılmıyordu.

Скачать книгу