Çankırılı Hoca - Cumhuriyet’in Öteki İnsanları - Bir Köy İmamının Hayatı. Hasan Yılmaz
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Çankırılı Hoca - Cumhuriyet’in Öteki İnsanları - Bir Köy İmamının Hayatı - Hasan Yılmaz страница 7
Dersini yapan, hocanın yanına gelir, dizinin dibine oturur, öğrendiklerini anlatırdı. Dersini iyi öğrenen talebe, hocanın yardımcısı gibi olur, az bilenlerin dersiyle onlar ilgilenirdi. Çocuklar birbirlerini okuturdu. Hoca da iyi hafızları dinlerdi. Öğrenciler, modern okullardaki gibi derse hep birden gelmez, hep birden dağılmazdı. Dersini öğrenen giderdi.
Unutulmak istemiyorsan, ya okunacak şeyler yaz ya da yazılmaya değer şeyler yap.
Hafızlığa Gitmemin Esas Nedeni Geçim Derdiydi
Şimdi olduğu gibi o dönemde de ilkokula gitme zorunluluğu vardı. Çocuğunu okula göndermeyen velilere para veya hapis cezası veriliyordu. Parası olan cezayı yatırıyordu. Olmayan bir ay hapis yatıyordu.
Ben Kalfat’a gittikten sonra babamı okula çağırıp beni okula göndermesini istemişler. Babam da benim Kalfat’a okumaya gittiğimi söylemiş. Bunun üzerine babama bir ay hapis cezası vermişler. Babam kıyafetlerini giymiş, Şabanözü’ne gitmiş ve bir ay hapis cezasını çektikten sonra köye dönmüş. Bu durum, Kalfat’ta kaldığım beş yılın iki yılında aynı şekilde devam etmiş.
Çocukluk idrakim bunu anlayacak düzeyde değildi ama babamın beni hafızlığa göndermesinin nedeni, Hasan Hoca’nın, “Bebelerinizi komünist okullarına yazdırmayın!” sözü gibi görünse de esası geçim kaygısına dayanıyordu. O zamanlar köylerde hafızlık çok yaygındı. İnsanlar hocalığa meraklıydı. Halk hocalara itibar ediyordu. Hocaların geçim telaşı daha azdı. Gittikleri yerde aç kalmıyorlar ve geçimlerini temin edebiliyorlardı. Toplumda sosyal statü elde ediyorlar ve gelecek endişesi taşımıyorlardı. İşin özü de aslında buydu.
Eğer okumaya gitmeseydim, babam ayrı bir eve çıkmama izin verene kadar onun gölgesinden ayrılamayacaktım. Nitekim köydeki bir çok insan böyleydi. Koca koca adamlar, babalarıyla beraber yaşamak zorundaydılar. Babaları para vermese ceplerinde on kuruş olmazdı. Tıraş olmaya jilet bulamazlardı. Babaları kapı dışarı etse gidecekleri yerleri yoktu. Bütün malları babalarının verdiği kadardı. Baba, ayrı eve çıkmasına izin verdiği oğluna mal da verirdi. Oğul babasına asilik ederse babası ona zırnık koklatmazdı. Köy yerinde rızasız olarak baba ocağından ayrılmak her kişinin harcı değildi. Bu kural bugünün iş kanununa çok benziyordu. Baba, isterse mal veriyordu.
Kalfat’ta hafızlığa çalışırken zaman zaman annemle babam da ziyaretime geliyorlardı. Cennet halamın yanında kaldığım için bir gece yanımda duruyor, ertesi gün dönüyorlardı. Gelirken elleri hep dolu olurdu. Her seferinde iki üç eşek yük getirirlerdi. Getirdikleri un, bulgur, yarma, dene gibi yiyecekleri kaldığım eve veriyorlardı.
Hoca öğrencileri gönüllü okuttuğu için genellikle ona para falan verilmezdi. Sadece, isteyen bal, yağ gibi yiyecek götürürdü. Bizim balımız çoktu, babam tencerelerle bal getirirdi. İneklerimiz olduğu için yağ da getirirdi. Benim kaldığım eve de getirir, çekmeceme koyardı. Ben derse gittiğim zaman çekmece evdekiler tarafından kırılır, içindeki yiyecekler alınırdı.
Aslında Karaların evi kalabalık sayılmazdı. Evde bir dede, bir ebeden başka, halamın yetim kızlığı vardı. Bir de ben gitmeden önce halamın Güldane adlı bir kızı doğmuştu. Onun ardından, benim orada olduğum sene bir de Menekşe adını verdiği kızı dünyaya gelmişti. İki göz evde altı kişi kalıyorlardı. Yiyecek ekmeği zor bulan bu insanların kendilerine ait yatakları da yoktu. Halamın küçük çocukları Güldane ve Menekşe, benim yatağımda ayak uçlu, baş uçlu yatıyorlardı. Öbür odada ebeler, dedeler ve bekârlar yatıyordu. Ev, bugünkü gibi camlı, pencereli değildi, ambar gibiydi. Ne yanlarında ne üstünde pencere vardı. O yüzden kışın ev sıcaktı. Sabah olduğunu uykumuzun kanmasından anlardık. Yaz aylarında, günümüz dışarda geçse de kış mevsiminde gündüzleri evde zor durulurdu. O yüzden ezber yapmak istediğimiz zaman odalara giderdik çünkü odalar sıcak olurdu.
İkinci Dünya Savaşı ve Kıtlık Yılları
Hafızlık eğitimi için Kalfat köyüne gittiğim 1942 yılının başları, dünya ve Türkiye için olağanüstü bir dönemdi. Türkiye, yirmi yıllık bir barış döneminden sonra yeniden savaş şartlarını yaşıyordu. O yıllara damgasını vuran olay, etkisi güçlü biçimde hissedilen büyük savaştı. Bir yandan uluslararası alanda yaşanan bunalımın etkileri, bir yandan da her an çatışmaya girme ihtimali bulunan bir orduyu ayakta tutma kaygısı ülkeyi baskı altına almıştı. 40’lı yılların başında savaşın yan etkisi kıtlık, fiyat artışları ve vurgunculuk şeklinde toplumun karşısına çıkmıştı.
Şevket Süreyya Aydemir o dönemi şöyle anlatıyor:
“Savaş döneminde ordunun giderek büyüyen buğday ihtiyacına karşılık, çok sayıda çiftçi askere alındı. Ayrıca üretimde kullanılan hayvanların bir bölümüne devlet el koydu. Böylece zirai üretimde ciddi düşüş meydana geldi. Üretimdeki azalmaya paralel olarak devletin vergi gelirlerinde de ciddi düşüş yaşandı. Zirai üretimdeki düşüşün günlük yaşamdaki yansıması kıtlık oldu. Bu nedenle bir çok yerde, okul bahçelerinde bile buğday, patates gibi bitkiler yetiştirmek zorunda kalındı. Kırsal alanda yaşayanlar yiyecek temin etmekte zorlanırken, kentlerde yaşayanlar da kâğıt ve benzin gibi dışa bağımlı alanlarda önemli sıkıntılarla karşılaştı.
Benzin yokluğu nedeniyle bir süre taksiler için tek-çift plaka uygulamasına geçildi. Buna benzer biçimde, kâğıt yokluğu gerekçe gösterilerek gazetelerin dört sayfadan fazla çıkması yasaklandı.
Devlet-halk ilişkisinde günümüze kadar süren aşınmanın derinleştiği yıllar da bu döneme denk gelir. Günümüzde şehir efsanesi gibi anlatılan ve ‘Milleti kendi malının hırsızı yaptılar.’ diye dilden dile aktarılıp gelen uygulamaların başlatıldığı 1940’lı yılların başında Millî Korunma Kanunu çıkarılmıştı. Devletin geleceğini kurtarmak adına çıkarılan bu kanuna dayalı uygulamalar, insanların sosyo-kültürel davranışlarının yönlendiricisi olmuştur.
18 Ocak 1940’ta kabul edilen bu yasa, savaş yıllarının en etkili ve önemli düzenlemesiydi. 1941 yılı boyunca yaşanan ekonomik gelişmeleri, bu belgenin çizdiği çerçeve belirledi.
Millî Korunma Kanunu ile savaşa girme ihtimalinin olduğu durumlarda hükûmete bütün ekonomiyi denetim altına alma yetkisi verilmişti. Kamu yönetimi bu yasayla üretimi, tüketimi denetlemek, fiyatlar üzerinde sınırlamalarda bulunmak, çalışma süresini belirlemek ya da çalışma yükümlülüğü koymak, kira denetimi getirmek gibi yetkilere sahip olmuştu. 1941 yılı boyunca etkisi hissedilen Millî Korunma Kanunu uygulamaları büyük sermayeyi koruyan, küçük üreticiyi ise olumsuz etkileyen sonuçlar doğurmuştur. Halk, üzerinde ağır baskı yaratan ekonomik politikaların, daha çok şartların zorlaması sonucunda ortaya çıktığını hiçbir zaman anlayamadı.
Giderek ağırlığını artıran ‘iaşe’ sorununu çözmek için hükûmet 1941 yılında yeni bir girişimde bulundu. Çiftçilere, geçimlik ve tohumluk olarak ayırdıklarının dışında kalan hububatı Toprak Mahsulleri Ofisine satma zorunluluğu getirildi. Toprak Mahsulleri Ofisi eliyle gerçekleştirilecek alımlarla un stokunun meydana getirilmesi amaçlanmaktaydı. Millî Korunma Kanunu çerçevesinde uygulanan bu zorunlu satış çok