Memlekete Mektup. Омер Сейфеддин
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Memlekete Mektup - Омер Сейфеддин страница 7
“Ee orada bahar olmaz mı?” diye sordum.
“Gidince görürsün!” dedi.
Ertesi gün için Mehmet’i istedi. Gidip bana orada küçük bir ev tutacaktı. O gittikten sonra ben yine hep hayalimde tutuşan siyah gözlerle, Mediha’nın şekliyle uğraştım. On sene evvel Moda’da bir sarhoş sandalından işittiğim:
Derd-i aşkından rehâyâb olmasın
Sevmeden gönlüm seni kurtulmasın
şarkısını dün işitmiş gibi tekrarlıyordum. Ertesi günü Camsap Mehmet’le gitti. Ben evde yalnız kaldım. Elime kitap alıyor, okuyamıyordum. Zihnim birbirini tutmaz tahayyüllerle yoruluyordu. Kendi kendime: “Yirmi senedir aradığım kadın enmuzeci!” diyordum. Karşıma elle tutulabilecek derecede vazıh hayali geliyor, “Ne hazin parça, değil mi efendim!” diyordu. O hazin parçanın kulağımda tekrar çınladığını duyuyordum.
Hakikaten bitmiştim. Uykusuzluk, üzüntü vücudumu son derece zayıflatmıştı. İki gün sonra Mehmet’le Kireçburnu’nda Camsap’ın tuttuğu eve göç ettim. Ömrümde ilk defa buraya ayak basıyordum. Karadeniz Boğazı’nın ta karşısında minimini bir köy! Dik bir derenin içinde! Daha ağaçları çiçek açmamış, kırları yeşermemişti. Kelebek, kuş falan yoktu. Hiç dinmeyen rüzgâr tabiatın ezelî hiddeti gibi durmuyor, dinlenmiyor, ha bire esiyordu. Tuttuğumuz ev ta tepedeydi. Penceresinden Karadeniz Boğazı lacivert bir ademe açılmış geniş bir delik gibi görünüyordu. İhtimal, bu mevsimde, Kutb-ı Şimalî buradan sıcaktır! İlk geldiğim gün karnım ağrımaya başladı. İkinci gün romatizmalarımla beraber uyandım. O kadar soğuktu ki hiç durmadan sobayı yaktığımız hâlde yine bir türlü ısınamıyordum. Mehmet’i sandalla Sarıyer’e gönderdim. Beş şişe konyak aldırdım. Mehmet orada konuştuklarına soğuktan bahsetmiş. Sarıyerliler: “Kireçburnu’nda ağustosta insan donar!” demişler. Hakikaten bunda mübalağa yok. Yatağımın içinde sıcak sıcak ıhlamurları birbiri arkasına içtikten sonra beraber getirdiğim kitapları okuyordum. On beş gün hiç ısınamadım, yataktan çıkabilsem belki yazı da yazacaktım fakat bu mümkün değildi. Donacağım sanıyordum. Burası hakikaten Kutb-ı Şimalî’den koparılmış bir parçaydı!
Bir cuma günü Camsap geldi. Beni yatakta görünce: “Hasta mısın!” diye sordu.
“Hayır.”
“Niye yatıyorsun?” dedi.
“Üşüyorum da.”
“Oh, pekâlâ! Nasıl hâlâ aşkını düşünüyor musun?”
“Soğuktan meydan bulamıyorum!” dedim. Evet gece uykusuz kalmak şöyle dursun, on dört saat deliksiz bir ölüm uykusuna dalıyordum.
“Gördün mü…”
Güldüm:
“Fakat, ya buraya temmuza doğru bahar gelirse!”
“Gelmez! Ağustostan evvel kış yetişir!”
“Ya ben yine baharın yaşadığı bir yere kaçarsam!”
Camsap: “Yine para etmez!” diyerek güldü, “Artık bahar seni aldatamaz. Heyecanının yalan olduğunu, hissinin galat olduğunu sen şimdi anladın! Bir daha aldanmazsın!..”
…
Karşı karşıya ısınmak için içine konyak döktüğümüz çayları bir ala içtik, dışarıdaki daimî fırtına gürültüler koparıyor, tenha, dik yokuşta bir köpek havlıyordu.
(…) Soğuğa bir hafta daha dayanamadım. Mehmet’le yine köşküme ricat ettim. Bahçemin tarhlarındaki bütün çiçekler açmış, kelebekler daha çoğalmıştı. Şedit bir azimle Mediha’yı düşünmeye kalktım. Odama kapandım. Bir türlü hayalini gözümün önüne getiremedim. Sesini hatırlayamıyordum. Kalkıp Mühendis Sermet’e gitmeyi düşündüm, üşeniyordum. İçimden aklın latif sedası, “Başka işin yok mu? Behey sersem!” diyordu.
Derd-i aşkından rehâyâb olmasın
Sevmeden gönlüm seni kurtulmasın!
şarkısının bestesini bir türlü bulamıyorum. Dün yazıya oturacağım zaman masamın üstünde uzun bir kâğıt elime geçti. Baktım Mediha’yı gördüğümün ertesi günü yazmaya kalktığım mektubun müsveddesi! Oh ya Rabbi! İyi ki göndermemişim! Camsap imdada yetişmiş, vakit bulamamışım! Yoksa ne gülünç olacaktım! Benim gibi saçlı sakallı bir adamın on yedi yaşında bir züppe gibi aşk mektubu yazması ne rezalet!
Bu gülünç mektubu tekrar tekrar okuduktan sonra ruhumda üç hafta evvel tutuşan muvakkat buhranın hikâyesini çabucacık şu sayfalara yazdım. Fakat niçin ilkbahar, bu tabiatın şeytanı, beni yirmi sene evvel baştan çıkarmadı? Niçin uzun bir gençlik içinde kadına, aşka, heyecana, muhabbete yabancı yaşadım? Camsap gelince soracağım. Bakalım bunu da izah edebilecek mi?
NASIL KURTARMIŞ?
Kasaba içinde Kadı Mustafa Efendi’den hazzeden kimse yoktu!
Dört parmak, siyah, çatık kaşlarıyla; küçük parlak gözleriyle; sık, siyah sakallarının, ürpermiş, çalı bıyıklarının arasından görünen iri beyaz dişleriyle, insana hemen saldıracak, ısıracakmış gibi yüzü daima buruşuktu. Buz tutmuş sirke kadar ekşiydi, hiç gülmezdi, pek sertti. En sakin lafı bile havlar gibi hamle hamle söyler, sonra birdenbire susuverirdi. Fakat şöyle bakarken insana; yüzüyle, hareketleriyle, sözleriyle pek fena tesir bırakan bu doğru kadı kendi kalbinin çok iyi olduğuna kaniydi. Herkesin iyiliğini isterim, sanırdı. Herkesi acı sözleriyle haşlar ama elinden gelecek muaveneti de saklamamaya çalışırdı.
Sertliğine, birdenbire alevlenmesine, bazen ağzından çıkan sözü kulağının işitmemesine itiraz edenlere:
“Siz ne anlarsınız, halk beni gözü gibi sever!” derdi.
Bir cuma günü sabahleyin Şadırvan Meydanı’nda, Avukat Hüsamettin Efendi’nin dükkânında oturuyordu. Hemen kasabanın bütün eşrafı orada idi. Namaz vaktini beklemeye gelmişlerdi! “Tatlı dil, güler yüz”den bahsolunuyordu. Ömründe hiç gülmeyen Mustafa Efendi, işittiklerini hep kendine, üzerine alındı. Müdafaa için ağzını açacak oldu. Düşündü, sustu. Fakat eşraf efendiler münakaşalarında daha ileri gittiler.
Biri dedi ki:
“Yüzü gülmeyen insan cehennemliktir!”
Bir diğeri daha beter saçmaladı:
“Abus çehreli bir adamın ne namazı ne niyazı ne zekâtı ne orucu makbuldür. Kalpte iman nuru sönünce yüz kararırmış!”
(…) Hasılı hepsi ayrı ayrı birer pot kırdı. O kadar ki Mustafa Efendi dayanamadı. Tatlı dilin, güler yüzün münafıklara mahsus, doğru sözün acı, haklı adamın da sert olduğunu söyledi. Dükkân sahibi Avukat Hüsamettin Efendi aynı zamanda kasabanın şairiydi