Bir Yüreğin Çöküşü - Bir Kadının Hayatından Yirmi Dört Saat. Стефан Цвейг

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Bir Yüreğin Çöküşü - Bir Kadının Hayatından Yirmi Dört Saat - Стефан Цвейг страница 3

Жанр:
Серия:
Издательство:
Bir Yüreğin Çöküşü - Bir Kadının Hayatından Yirmi Dört Saat - Стефан Цвейг

Скачать книгу

Çekinerek bakışlarını dolaştırdı, yumuşak, el değmemiş kollarına, o çocuksu, eskiden kendisine… Ne kadar zaman önceydi? Yatmaya gitmeden önce sık sık babasına sarıldığı kollarına… Kızın yeni süveterinin altında nefes aldıkça hafif inip kalkan göğüslerinin yuvarlaklığını gördü. “Çıplak… Çıplak! Yabancı bir erkekle yuvarlanmak!” diye geçirdi aklından içindeki öfkeyle. “Her tarafını tuttu o adam, elledi, okşadı, kokladı, zevkini çıkardı… Benim canım, benim kanım… Benim çocuğum… Ah, o yabancı serseri! Ah, ah!”

      İstemeden inlemişti yine. “Neyin var babacığım?” diye sordu kızı şımarıkça sokulurken.

      İçinden “Neyim mi var?” diye gürledi. “Orospu bir kızım var, ama bunu ona söyleyecek cesaretim yok!” Ama sadece belirsiz bir sesle homurdandı: “Hiç! Hiç!” dedi ve kızının meraklı bakışlarıyla karşılaşmamak için, sert bir şekilde gazeteyi eline aldı, sayfalarını açarak yüzüne tuttu, çünkü onunla göz göze geldiğinde, kendisini gittikçe daha güçsüz hissediyordu. Elleri titriyordu. “Şimdi ona söylemeliyim, yalnız olduğumuz süre içinde söylemeliyim.” diye düşünürken eziyet çekiyordu. Ama sesi çıkmıyordu; başını kaldırmaya bile gücü yoktu.

      Sonra birdenbire bir hamlede sandalyesini geri itti, ağır adımlarla bahçeye kaçtı; Gayriihtiyari gözünden büyük bir gözyaşının yanağına süzüldüğünü hissetmişti. Ve kızı bunu görmemeliydi.

      Yaşlı, kısa bacaklı adam bahçede dolanıp durdu ve gözlerini uzun süre göle dikti. Her ne kadar tuttuğu gözyaşları gözlerini körleştirmişse de, buradaki doğanın güzelliğini yine de görebiliyordu. Gümüş rengindeki ışığın arkasında yeşil bir dalga gibi yükselen servi ağaçlarının siyah taranmış ince çizgileri, açık renkli tepelere ve onların arkasında kalan sarp dağlara bakıyor, tıpkı ciddi adamların, mutlu çocukların önemsiz oyunlarını seyretmesi gibi sert ancak kibirden uzak bakışlarıyla gölün sevimliliğini süzüyordu. Tabiat burada nasıl da parlak, çiçekli, misafirperver bir tavırla yayılmıştı, nasıl da iyi ve mutlu olmaya, Tanrı’nın ebedî kutsal gülümsemesiyle güneye doğru davet ediyorlardı. “Mutluluk!” yaşlı adam karmakarışık, ağırlaşmış başını salladı.

      “Burada mutlu olunabilir. Ben de bir kere mutlu olmak, tasasız insanların dünyasının ne kadar güzel olabileceğini hissetmek istedim. Elli sene yazışmalar, hesaplar, pazarlıklar, pazarlamacılıktan sonra, ben de bir defa birkaç güzel gün geçirmek istedim, bir kere, ölmeden önce bir kere… Altmış beş yıl, Tanrı’m, dile kolay! O yaşta, ölümün eli insanın üzerinde oluyor, işte o zaman insana ne paranın ne de doktorların faydası oluyor… Sadece biraz rahat nefes alayım, kendim için de bir şey yapmak istedim… Ama rahmetli babam hep derdi: ‘Bizim gibiler için eğlence yoktur, bizler sırtımızdaki yükü mezara kadar taşırız.’ Dün bir kere olsun ben de rahat olabilirim diye düşünmüştüm. Dün, biraz mutlu bir insan gibi olmuştum, güzel ve temiz çocuğum olduğu için mutluydum, sevinçli olmasına sevinmiştim… Ama Tanrı beni hemen cezalandırdı, hemen elimdekini aldı. İşte şimdi her şey sonsuza kadar kayboldu… Artık kendi çocuğumla konuşamıyorum. Artık gözlerine bakamıyorum, o kadar çok utanıyorum… Hep düşünmek zorunda olacağım, evde, büroda ve geceleri yatakta: Şimdi nerede, neredeydi, ne yaptı? Artık asla huzurla eve gidemeyeceğim, işte orada oturuyor, bana doğru geliyor ve onu öyle genç ve güzel görünce kalbim çarpıyor… Beni öptüğünde, kendi kendime, ‘Dün bu dudaklar kimindi?’ diye soracağım. Benden uzaklaştığında hep korku içinde yaşayacağım, gözlerine her baktığımda hep utanç duyacağım. Hayır, böyle yaşanamaz… Böyle yaşanamaz!”

      Yaşlı adam mırıldanarak sarhoş gibi bir o tarafa, bir bu tarafa sendeleyerek yürüyordu. Sürekli göle bakıyor, gözyaşları devamlı sakallarına akıyordu. Burnunun üzerindeki sapsız gözlüğü çıkarmak zorunda kalmıştı, miyop ve yaşlı gözleriyle dar yolda öyle hantal yürüyordu ki o anda oradan geçen bahçıvan çırağı şaşkın bir şekilde öylece durup ona baktı, yüksek sesle kahkaha attı ve şaşkın adamın arkasından İtalyanca komik bir şeyler söyleyip onunla alay etti. Bu durum yaşlı adamı daldığı acılardan çıkardı; gözlüğünü burnuna yerleştirdi, insanların onu fark etmeyeceği bir banka oturmak için bahçenin bir kenarına doğru gitti yavaşça.

      Ama tam bahçenin kenarına varmıştı ki sol taraftan duyduğu bir kahkaha onu yeniden korkuttu. Tanıdığı ve şu an yüreğini parçalayan bir kahkahaydı bu. Bu kahkahalar on dokuz yıl boyunca onun müziği olmuştu, kızının o küstah, şuh kahkahası… Bu kahkaha için geceler boyu trenlerin üçüncü mevkilerinde Posen’e ve Macaristan’a kadar gitmişti, sadece onların önüne bir şeyler koymak için, bu tasasız neşenin tomurcuklanması için gerekli toprağı almak için… Sadece bu kahkahayı duymak için yaşamış ve bedenindeki safra kesesini hasta edecek kadar sinirlenmişti. Sadece o sevgili dudaklardaki, o kahkahanın hep çınlaması için. Oysa şimdi bu kahrolası kahkaha kızgın bir testere gibi içini dağlıyordu.

      Ama istemese de adamı yine kendine çekiyordu bu kahkaha. Kızı tenis kortundaydı, çıplak elinde tuttuğu raketin hafif bir hareketiyle topu yukarı atıyor ve sonra gelen topu karşılıyordu. Ve her vuruşuyla aynı anda küstah kahkahası mavi gökyüzünde yükseliyordu. Üç erkek hayranlıkla onu seyrediyordu, rahat tenis gömleği içindeki Kont Ubaldi, bedenini sımsıkı saran üniforması içindeki subay ve kusursuz süvari pantolonu içindeki binici bey; üçü de kelebek gibi uçuşan kızın etrafında duran heykeller gibiydiler.

      Yaşlı adamın kendisi de gözlerini dikmişti. Tanrı’m, ayaklarını meydanda bırakan bu açık renkli elbisesi içinde ve güneşin ışıldadığı saçlarıyla ne kadar da güzeldi! Körpe bedeni sıçrarken ve koşarken genç eklemleri kendi hafifliklerini nasıl da hissediyor ve bu ritmik coşkulu hâli ile keyif alıyordu. Şimdi beyaz tenis topunu havaya fırlatıyor, sonra bir ikincisini, arkasından da üçüncüsünü; genç kızın ince bedeninin böyle kıvrılıp, yükselmesi, son topu tutması muhteşemdi. Kızını hiç böyle görmemişti, böyle coşan alevlerle, beyaz, uçuşan alevlerle ateşlenmiş gibiydi, alevli bedeninden de gümüş rengi duman yerine sanki kahkahaları çıkmaktaydı. Güney bahçelerinin sarmaşıklarından, ışıldayan gölün yumuşak maviliğinden yükselen bakire bir tanrıçaya benziyordu; bu ince, sert kaslı, heyecanlı oyunda dans eder gibi olan bedeni, evdeyken hiç görmemişti. Hiç, hayır, duvarların sıkıştırdığı şehirde onu daha önce hiç böyle görmemişti, odada ya da caddede sesinin böyle kuş cıvıltısı gibi çıktığını hiç duymamıştı, dünyevi boğuk bir boğazdan neredeyse neşeli bir melodi çıkmaktaydı, hayır, hayır! O hiçbir zaman bu kadar güzel olmamıştı. Yaşlı adam gözlerini dikti, baktı. Her şeyi unutmuştu, sadece bakıyor ve bu beyaz, uçuşan alevi görüyordu. Kızı çevik bir hareketle dönüp soluk soluğa, âdeta uçarcasına bir sıçrayışla son topu da yakalayıp nefes nefese, gülerek gururlu bir bakışla göğsüne bastırmasaydı, yaşlı adam orada öylece durup, kızının o hâlini içine çekercesine sonsuza kadar orada kalacaktı. Kızın topu ustaca yakaladığını seyreden üç adam sanki operada bir arya dinlemişler gibi, “Bravo, bravo!” diyerek kızı alkışladı. Erkeklerin gırtlaklarından çıkan bu sesler, orada duran yaşlı adamı büyülenmiş hâlinden çıkarttı. Bakışlarını öfkeyle onlara dikti.

      “İşte, oradalar şerefsizler!” derken yüreğine sanki çekiçle vuruluyor gibiydi. “İşte oradalar! Ama içlerinden hangisi acaba? Bu üçünden hangisi dün gece ona sahip oldu? Nasıl da süslenmişler, parfüm sürmüş, tıraş olmuşlar tembel herifler! Ben onların yaşındayken yamalı pantolonumla büroda oturmak ve ayakkabılarımın

Скачать книгу