İhtiyar Dost. Halid Ziya Uşaklıgil
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу İhtiyar Dost - Halid Ziya Uşaklıgil страница 6
Birden “Ne kadar kolay!” dedi. “Bende Cava şekeriyle Brezilya kahvesi de var. Dadı kalfa da -bilirsin- kahveyi çok iyi pişirir. Şimdi evde yemek pişirmek, su ısıtmak için kömür ve odun da kullanmıyoruz; çok iyi cinsten ocaklarımız var, petrol kullanıyoruz, Rusya’dan, yok pahasına…”
Dostumun dilinde sürekli yinelenen ve her seferinde fazla bir alay kokusu taşıyan bu “Yok pahasına!..” cümlesi artık açık seçiklik kazanmıştı.
Biraz korkarak “Sahi? Öyle mi buluyorsunuz?” dedim.
“Seni inandırmak isterim ki öyle! Aynı nefislik, aynı temizlik çerçevesinde yerli ürünler ve yapımlardan edinerek -ne var ki bulunanlardan- böyle büyük bir besin düzenleyebilir misin? Hele ki onu hazırlamak için aynı kolaylık, ucuzluk ve temizlik şartlarını odunda ve kömürde bulabilir misin?.. Yok pahasına diyorum, işte bir örnek…”
Yeniden süt tenekesini alarak uzattı:
“Sütü kaçtan alıyorsun?”
Başımı iki yana salladım.
“Pek bilmiyorum.” demek istedim.
O, karşılığımı beklemeden ikinci soruyu yetiştirdi:
“Halis süt buluyor musun?”
“Bilmem.” demek isteyen bir anlamla dudaklarımı burdum.
O, tenekeyi önüme sürdü:
“Bunu kaça alıyorum, diye sormuyorsun. Ama ülke otlaklarla dolu imiş. Şimdikinin on katı, yirmi katı, belki yüz katı, bilir miyim ne kadar koyun besleyebilirmiş… İstenilirse bütün dünyaya süt, yağ, peynir ihraç edilebilirmiş… Belki doğrudur; ama elime alabilecek gözle görülür, elle tutulur bir delil yok. Hâlbuki bu teneke, bak…”
Eliyle kavradı:
“Elimde onu tutuyorum, görüyorum ve biliyorum ki Amerika’nın ta kaybolmuş bir köşesinden İstanbul’a kadar yuvarlana yuvarlana gelen bu küçük kutu, ülkemin en az yarı yarıya su karıştırılmış sütünden daha ucuzdur. Senin topraklarında öyle bereketli, öyle ılımlı bölgeler varmış ki oralarda portakallar yerlere dökülerek çürür; şeftaliler, kayısılar, erikler dallarını kırarmış… Belki… Ama herhâlde dünyanın öbür yarısındaki meyve ormanlarının fazlasından bana kadar gelen reçeller, marmelatlar bugün keseme daha uygun…
Niçin? Onu bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Bunun sebeplerini açıklayanlara da rastlayamadım değil… Onları dinlerken daha fazla sinirleniyorum. ‘Değil mi ki hastalığın sebepleri biliniyor, niçin iyileştiren yok?’ diyorum…”
Yeniden kayısı marmeladını francalasına sürdü.
“Ne nefis!.. Ne nefis!..” dedi. “Bir ülke ki toprağına kum serpilse filizlenir ama ekmeğinin ununu Amerika’dan bekler. Ormanları da bırakılsa dünyayı ısıtacak odun vermeye hazırdır, yemeğini pişirmek için Batum’un petrolünü yeğleyecek hâldedir…”
Bu sırada dadı kalfa, yavaş yavaş adımlarla kahvemi getiriyordu. İhtiyar dostumun birden atılan eli, fincanı tepsiden aldı ve önüme koydu:
“Şekerini Cava’dan, kahvesini Brezilya’dan alır; bu ne demektir çocuğum?..”
Karşılık vermemek için uzun bir yudumla kahvemden içtim. O, dadı kalfaya büyük tepsiyi göstererek “Doydum.” dedi. “Bunları kaldırıver dadıcığım…”
Hâlbuki daha doymamıştı. Henüz ben geldiğimde yeni başlıyordu. O kadar övdüğü yağlı, kaymaklı kakaosundan bile bir büyük kısmı fincanın içinde kalmıştı. Sezinliyordum ki ihtiyar dostumun sinirleri gene bozulmuştu. Ayağa kalkarak birisini tokatlıyormuşçasına ellerinin tersiyle, üstünden kırıntıları silkeledi ve gülmeye çalışan bir sesle ekledi:
“Ne denirse densin, İstanbul dünyanın kraliçesidir. Ona eski dünya, yeni dünya bütün zenginliğinin hazinelerini, hüner ve marifetlerini, eserlerini getirip sunar. O, yeşil eteklerini mavi sularının içine salıvererek naz yatağında uzana uzana, gerine gerine, yarı uykuda, yarı uyanık, bir eliyle aynasını arayarak, bir eliyle ipek saçlarını tarayarak yaşamanın zevklerini tatmakla uğraşmaktadır.”
Bu sırada uzaktan, İstanbul’un o çok bilinen seslerinden biri işitildi:
“Lüfeeer!..”
İhtiyar dostumun balık tutkunu olduğunu biliyordum. Yüzünde ufak bir ürpertinin akışını sezdim. Beni anlamışçasına dedi ki:
“Bakınız, işte bir örnek daha… Tabiat -denebilir ki- İstanbul’un kıyılarıyla bilerek, isteyerek oynamış, ona belli bir oranla dar bir alanda ne kadar oymalar girintiler, havuzlar körfezler, boğazlar yapmak mümkün ise yapmış, ne kadar fazla deniz vermek mümkün ise o kadar deniz bolluğuna boğmuş; sanki İstanbul istedikçe elini uzatsın, sulardan küme küme balık çıkarsın diye özenmiş… Hâlbuki lüferi kaça veriyorlar bilir misin?”
İkimiz de akla gelen sayının dehşetinden ürkmüşçesine sustuk. Uzaktan, balıkçının kaybolmaya başlayan sesi yineliyordu:
“Lüfeeer, taze lüferim var!..”
İkimiz de bunu dinler gibiydik. Sonra ihtiyar dostum iskemlesine oturdu ve ta ruhunun derin ve dolaşık yerlerinden gelip toparlanmış bir duygu hâlinde, “Deniyor musun bilmem?” dedi. “Ne güzel kutu balıkları var. Üstelik ne olursa olsun balık yemek ve tasarrufa uymak istersen, tavsiye ederim…”
Bu hikâyede sözü edilen yerli istikraz 7 Meşrutiyet’in ilk yıllarında çıkarılan istikraz-ı dâhilîdir. İhtiyar dost hesaplarında hayale kapılmış görünüyor. Sağır Osman Efendi’sini dinlemişse gene elleri böğründe kalmış demektir.
SAĞIR OSMAN
Epeyce uzun bir zamandan beri ihtiyar dostuma gidip görüşmek, konuşmak ihtiyacında idim. Ne vakit ortalıkta dönüp dolaşan olup biten hâllerin katıksız ve sağlam bir kokusu özetiyle yargılarımı güzel kokularla kokulandırmak istesem onunla söyleşmek için ona koşmak duygusunu duyarım.
Hemen her zaman onun evine, dağılmış, bunalmış düşüncelerle girer ve sonra onun bir şaka içinde gizlenen bir inceliğiyle, bir kahkaha arasına gömülmüş bir derinliğiyle beynimin yırtılan bulutları altında açık ve berrak bir gökyüzüyle oradan çıkarım. Bu, bence bir baygınlık sırasında biraz eter koklamak üzere girilen bir eczane çeşidindendir.
Bugün dostumu ya yeni açılmış sümbüllerinin renk renk kandillerine asılı kalmış ya da yazın açacak bir gelincik topluluğunun tomurcuklarının inceldiklerini anlamaya koyulmuş bulmak zehabında iken hiç alışkanlığı olmayan bir uğraş içinde çırpınıyor gördüm.
Daha tamamıyla yapraklanmamış bahçe çardağının altında
7
İstikraz: İç borçlanma. (e.n.)