Bir Kucak Çiçek. Мемдух Шевкет Эсендал
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Bir Kucak Çiçek - Мемдух Шевкет Эсендал страница 7
İkisi yukarı kata çıktılar.
Nazırlar yemeklerini yemiş, büyük salona geçmişler, ayakta kahvelerini içiyor, konuşuyorlar. Sadrazam Paşa ile âyandan bir-ikisi, daha içeri, sarı salona geçip oturmuş olsalar gerek.
Bu büyük salonda toplananların çoğu redingotlu, kolalı yüksek yakalıklı, fesli beylerdi. Aralarında iki asker, birkaç da sarıklı efendi var. Redingot giymemiş olanlar da kara ceket, yelek, çizgili pantolon giymişler.
İki genç, kapının boyunca uzanan perdenin yanında görününce, Sadrazam Paşa’nın adamı olmak dolayısıyla, birtakımları, onlara bakıp sırıttılar, bir-ikisi de yanlarına gelip teklifsizce konuşmaya başladı.
Nazırlardan biri;
“Ne o?” dedi. “Nerden böyle?”
Delikanlılar terbiyelerini hiç bozmayarak;
“Aşağıdaydık!” dediler.
“Ne vardı aşağıda?”
“Hiç. Yemek yedik. Behzat gelmişti, onu dinliyorduk.”
“Neler anlatıyor?”
“Anlatıyor… Paşa Hazretlerine Tunus muzu getiriyormuş. Gümrükte bırakmış.”
“Niçin?”
“Zekâtını aldılar, hediyelik yeri kalmadı, diyor. Efendim, muzlara beyanname istemişler. Bu da verecek olmuş. Sonra menşe şahadetnamesi sözleri olmuş. Daha iyice anlaşamadan gümrükçünün biri, muzlardan birkaçını, teklifsizlikle koparmış. Bunu görünce Behzat da iki salkım muzu oradakilere dağıtmış. Pek hoşlarına gitti, benim çantalarımı aramadılar, diyor.”
Yakında bir başkasıyla konuşan bir bey, kulak misafiri oluyormuş; döndü, delikanlıdan;
“Kim bunu anlatan?” diye sordu.
“Behzat.”
“Uydurur geveze!” dedi.
İlk gelen nazır, yan gözle arkadaşına baktı:
“Ne demek?” dedi. “Sanki sizin gümrükçüler böyle şeyler yapmazlar mı?”
“Yoook, onun için söylemedim. Bizim gümrükçüler daha neler yaparlar! Yalnız Behzat da olmamış şeyleri olmuş gibi anlatır, herkese de dinletir de…”
Yeni sokulan bir başkası, belki bir mebustur;
“Beceriksizlik etmiş.” dedi. “Birine birkaç kuruş verseydi, muzları geçirirlerdi!”
Delikanlı, soğukluğu iliklere işleyen donuk bir sesle;
“Evet efendim!” dedi.
Bu “evet efendim”den ne anladıysa o adamcağız;
“Bununla beraber, bizim gümrük işleri, esaslı bir surette ele alınacak bir meseledir.” diye ilk sözüne bir eklenti yaptı.
Oraya ilk gelen nazır;
“Yalnız bir gümrükler mi?” diye sordu. “Bir ele alınmayacağını da göstersenize?”
Söz kızıştı. Hepsi bildiklerinden birkaç yolsuzluğu anlatmaya koyuldular. Neler de biliyorlarmış… Ne acı, ne akla gelme hikâyeler! Yahudinin biri İstanbul’dan nalın almış, Tekirdağı’na götürmüş. İskelede nalınları almışlar, “Ormaniyye12 isteriz!” demişler. Ormaniyye olur, olmaz, iş uzamış, mahkemeye düşmüş. Git, gel, aradan iki yıl geçmiş, herif nalınlardan vazgeçmiş. “Ormaniyye”’almışlar, ceza da almışlar.
Biri sordu:
“Bunu yapan orman mı, gümrük mü?”
“Bunun gümrüğe dokunur yeri yok ama belki de gümrük yapmıştır. Belli olur mu?”
Biri daha bir hikâye anlatacak oldu:
“Bak nazır bey, dinle…” diye başlayacaktı, nazır.
“Nesini dinleyeyim be birader.” dedi. “Bende bu hikâyelerin dağlar gibi dosyaları var. Ne yapacaksın? Teftiş edin, dersin. Müsteşarın adamıdır, ayak sürürler. Sen teftiş oluyor sanırsın, öğrenirsin ki hiçbir şey yapılmamış. Efendim nenize lazım, sonra size baş ağrısı olur, diye müfettiş gelip bana akıl öğretir. Atın şu kokmuş herifleri, getirin gençlerden kimse yok mu, desen, ilkin Mecliste sizler başlarsınız, ‘İyi adamdı, işten çıkarmış. O dairenin direğiydi, şimdi orası da yıkılacak…’ dersiniz. Bizde on beş yıldır teftiş görmemiş daireler var. Yeni…”
Nazır ağız kızgınlığıyla az daha, “Yeni nazır olmuşsun, yerini ısıtmaya bakacaksın, yüzyıllardır düzelmemiş işleri düzeltecek değilsin ya!” diyecekti, kendini tuttu. Bu kadar söylediğine de pişman oldu. Bugünkü toplantıda kendisine dokunur birkaç dikenli söz olmasaydı, belki söylediklerinin hiçbirini söylemezdi. Bu delikanlı kâtibin, bu sözleri Sadrazam Paşa’ya kadar götüreceğini düşünerek canı sıkıldı.
Bundan önce söze başlamış olup da bir hikâye anlatmak istemiş olan bey;
“Canım nazır bey.” dedi. “Bu kadar da üzülmeye değmez. Bir şey olmadığını biz de biliyoruz. Bizimkisi laf. Sen bak hikâyeyi dinle: Geçende bir motor Heybeli’ye gider, benzini biter. Benzin alacak olurlar, memur olmaz der. Nasıl yapalım, derler. Buradan kalkar Büyükada’ya gidersiniz, bir istida verirsiniz. Onu, buraya havale ederler. Getirirsiniz bize. Biz benzincinin istihkakını düşeriz, siz de benzini alırsınız, diye yol gösterirler. Biz Büyükada’ya kadar gittikten sonra benzini de oradan alırız, demişler. Memur, eh öyle de olur, demiş. Yalnız sen bize oraya gidecek kadar benzin ver, demişler. Memur, korkarım, veremem, biz de çoluk çocuk besliyoruz, demiş.
Sandalla gitseler, gece karanlık, hava sert. Ne yapsak, diye düşünür dururken akılları başlarına gelmiş. Benzinciye, git şu memur ile anlaş, demişler. Benzinci de gitmiş, iki liraya anlaşmış. Onlar da benzini almışlar. Güzel mi?”
Nazır ne diyecekti bilmem. Bir mebus söze karıştı:
“Hikâye güzel ama burada memurun ne yolsuzluğu var? Ya, benzini vermem, diye tuttursaydı, daha mı iyi olacaktı? Ben, biraz para alıp da halka kolaylık gösterenlere, yolsuzluk yapıyor, diyemem doğrusu! Talimat yanlıştır. Ona tutunur, para da almaz. İş de yapılmaz. Buna kızarım.”
Şişmanca bir adam, sözün başında bulunmamıştı. Ne konuşulduğunu da belki iyice anlamadı, ancak kendi düşündüğünü söyledi:
“Bunlar için esaslı bir prensip kararı alınmalıdır.” dedi. “Yolsuzluk, evet olabilir; ancak çaresi de bulunabilir, efendim?”
Orada bulunanlardan birkaçı, bu sözleri anlamış göründüler.
Sahiden anladılar mı, ne anladılar? Bilmem. Söyleyen de bu lakırdıları ettikten sonra oradan
12
Orman ürünlerinden alınan bir vergi.