Karanlığın Yüreği. Джозеф Конрад
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Karanlığın Yüreği - Джозеф Конрад страница 5
‘Geçen gün yolda kendini asmış bir adam buldum. O da İsveçliydi.’
‘Kendini mi asmış? Tanrı aşkına, neden?’ diye bağırdım.
Dikkatlice önüne bakmaya devam etti. ‘Kim bilir? Ya güneş, ya da ülke ona dar gelmiştir.’ Sonunda bir yere ulaştık. Kayalıklar ve sahil boyu kazılmış toprak tümsekleri göründü. Tepede bazı demir çatılı evler, ya kazı atıklarının ortasına ya da yamaçlara inşa edilmişti. Yukarıdan sürekli bir nehir gürültüsü bu ikamet yeri olan yıkım manzarasına eşlik ediyordu. Çoğu siyahi ve çıplak bir sürü insan, karınca gibi çalışıyordu. Nehirde bir dalgakıran inşaatı planlanmıştı. Kör eden bir güneş ışığı tüm bunları parladıkça boğuyordu. ‘Şirketinizin şubesi burada.’ dedi İsveçli, kayalıklı yamaçlardaki üç adet tahtadan baraka benzeri yapıyı göstererek.
‘Eşyalarını göndereceğim. Dört koli mi demiştin? Hadi, hoşça kal.’ Otların arasında debelenen bir kazanla karşılaştım, sonra tepeye doğru çıkan bir yol buldum. Yol, kayaların ve tekerleri havada sırtüstü yatan ufak bir demir yolu vagonunun yanından sapıyordu. Tekerlerinin biri kopmuştu, hayvan cesedi kadar ölü görünüyordu. İlerledikçe çürümekte olan birkaç düzeneğe daha ve bir düzine paslı raya rastladım. Solunda bir ağaç kümesinin yaptığı gölgede koyu görünen nesneler hafifçe kımıldıyor gibiydi. Gözümü kıstım, yol dikti. Soldan bir korna çalındı ve insanların kaçtığını gördüm. Güçlü ve donuk bir patlama yeri titretti, kayalıklardan bir duman yükseldi ve hepsi bu. Kayanın yüzeyinde hiçbir değişiklik olmadı. Bir demir yolu inşa ediyorlardı. Uçurum bir engel değildi fakat görünürde yapılan tek iş bu manasız patlamaydı.”
“Arkamda hafif bir tıngırtı duyup döndüm. Bir dizi sıralanmış altı siyahi adam yola tırmanmaya çalışıyordu. Dimdik ve yavaşça yürüyorlardı, toprak dolu sepetleri kafalarında dengede tutuyorlardı ve tıngırtılar ayak sesleriyle eş zamanlıydı. Bellerine bağladıkları siyah kumaş parçalarının uçları kuyruk gibi bir aşağı bir yukarı sarkıyordu. Tüm kaburgalarını görebiliyordum, kemiklerinin eklemleri bir ipteki düğümler gibi belliydi, hepsinin boynunda demir kelepçeler vardı ve aralarından sarkan, ritmik şekilde şıngırdayan zincirle birbirine bağlıydı. Uçurumdan gelen bir başka patlama sesi aniden aklıma kıtaya ateş eden savaş gemisini getirdi. Aynı türden, tuhaf bir sesti fakat bu adamlara düşman denebilmesi akla hayale sığmazdı. Onlara hükümlü denmişti, ihlal edilen adalet, patlayan bir şarapnelin parçası gibi onları vurmuştu. Denizaşırı gelen, aralanamaz bir sır perdesiydi bu.
Tümü o kuru göğüslerinden soluk alıyor, şiddetli soluyan burun delikleri titriyor ve taş kesilmiş gözleri tepeye doğru bakıyordu. Mutsuz barbarlara özgü, öldürücü soğukkanlılıklarıyla yüzüme bile bakmadan bir karış yanımdan geçip gittiler.
Bu yontulmamışlığın arkasında, başa geçen yeni güçlerin ürünü olan, ıslah edilenlerden biri, ortasından tuttuğu tüfeği taşıyarak umutsuzca yürüyordu. Tek düğmesi kapalı bir üniforma ceket giyiyordu. Yolda beyaz bir adam görünce silahını şevkle omuzuna aldı. Bu normal bir tedbirdi, beyaz adamlar uzaktan birbirine çok benzediği için kim olabileceğimi kestiremezdi. Hızla kendini güvence altına aldı. Büyük, beyaz, namussuz bir sırıtışla ve elindekine attığı bir bakışla, beni duyduğu yüce güvene ortak etti. Sonuçta ben de bu yüce ve adil davanın altında yatan sebebin büyük bir parçasıydım.”
“Yukarı çıkmak yerine döndüm ve sola doğru indim. Aklımdan geçen, tepeye tırmanmadan önce o zincirli çetenin gözden kaybolmasını sağlamaktı. Ben yufka yürekli değilimdir, biliyorsunuz; daha önce saldırmak ve kendimi savunmak durumunda kaldığım olmuştur. Zaman zaman bulaştığım hayat tarzının gerektirdikleriyle, yaptıklarımın bana neye mal olacağını hesaba katmadan direnmek ve saldırıya geçmek durumunda kaldım ki bu da direnişin tek yoludur bazen. Şiddetin şeytani yüzünü gördüm; hırsın, tutkunun. Fakat lanet olsun ki bunlar güçlü, kanlı canlı, kızıl gözlü şeytanlardı. İnsanları sarsan, hükmeden ve onları kullanan. İnsanları diyorum. O yamaçta dikilirken kör edici güneşte yırtıcı ve amansız ahmaklığın o gevşek, sahte, yüreksiz şeytanıyla tanışacağımı öngörmüştüm.
Ne kadar hain olabileceğini ancak birkaç ay sonra binlerce kilometre ötede anlayacaktım.
Aniden dehşete düşerek durdum sanki bir ihbarname durdurmuştu beni. En sonunda etrafta dolaşarak gördüğüm ağaçlar boyunca tepeye tırmandım. Yamaçta birinin kazdığı devasa çukurun yanından geçtim, çukuru açanın amacını tahayyül etmek imkânsızdı. Ne bir taş ocağı ne de bir kum havuzuydu. Alelade bir çukurdu orada duran. Hükümlülere yapılacak bir şey vermek isteyen, hayırsever amacın eseriydi belki de. Bilemiyorum.
Sonra az kalsın çok dar bir hendeğe düşecektim, neredeyse bir sıyrık gibiydi yamaçtaki. Fark ettim ki yapılanma için ithal edilen bir yığın drenaj borusunu oraya yuvarlamışlardı. Aralarında hiç sağlam boru yoktu. Hepsi kontrolsüzce mahvedilmişti. En sonunda ağaçların altına vardım.
Amacım bir an olsun gölgede dinlenmekti, oraya varmama kalmadan cehennem yeri gibi kasvetli ortama adım attığımı fark ettim. Irmak yakındı, ağaçlık alanın hüzünlü durgunluğunu; daimi, düzenli, doludizgin fışkırma sesi sarmıştı. Tek bir nefes bile yoktu, yaprak kıpırdamıyordu, sanki dünyanın yörüngesine yerleşmesinin müthiş sesi işitilir hâle gelmiş gibi, akıl ermez sesiyle akıyordu su.
Araçların arasında çömelmiş, uzanmış, oturmuş, ağaç gövdesine yaslanmış, toprağa tutunmuş, yarısı seçilen yarısı gölgede kaybolan; acı, terk edilme ve çaresizlik içinde olan siyah silüetler gördüm. Uçurumun orada bir mayın daha patladı, ardından ayağımın altındaki toprak hafifçe titredi. Anlaşılan ‘çalışma’ devam ediyordu. Ne çalışma ama!”
“Çıraklardan bazılarının ölmek için kabuklarına çekildiği yerdi burası. Yavaşça ölüyorlardı, çok açık. Ne düşmanlardı ne de hükümlü, artık dünyevi yaratıklar değillerdi. Hastalığın ve açlığın kara gölgeleriydi onlar, yeşilin karanlığında allak bullak olmuş yatıyorlardı. Kıyıdaki ücra köşelerden kanundaki süreli sözleşmelere dayanarak getiriliyor, uyuşmayan çevrelerinde kayboluyor, alışmadıkları yemekleri yiyerek hasta oluyor ve işe yaramaz hâle geliyorlardı. Ancak böyle işten uzaklaşıp buraya sürünerek gelmelerine, dinlenmelerine izin veriliyordu. Bu can çekişen silüetler kuş kadar özgür ve bir kuş kadar zayıftı. Gözlerindeki parıltıları ağaçların altında seçebilmeye başlamıştım. Önüme bakarken elimin yanında bir suret gördüm. İskelet adam boylu boyunca uzanmış, bir omuzu ağaca yaslı duruyordu. Göz kapakları yavaşça aralandı, çökmüş gözleriyle bana baktı; kocaman ve boş gözlerdi, kör gibi. Göz bebeğinin derinlerindeki o beyaz ışık, yavaş yavaş sönüp gitti.
Adam genç görünüyordu, neredeyse bir oğlan çocuğuydu ama böylelerinde bunu anlayabilmek zordur. Ona İsveçlinin gemisine ait cebimdeki bisküviler dışında sunabilecek bir şey bulamadım. Parmakları yavaşça kapandı ve tuttu bisküvileri başka da hiç hareket etmedi, hiç bakmadı. Boğazının etrafına bir parça beyaz yün ipi bağlamıştı. Amacı neydi? Nereden gelmişti? Bir işaret miydi,