Karanlığın Yüreği. Джозеф Конрад

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Karanlığın Yüreği - Джозеф Конрад страница 6

Жанр:
Серия:
Издательство:
Karanlığın Yüreği - Джозеф Конрад

Скачать книгу

sonra kıvırcık kafası göğüs kafesine doğru öylece düştü.

      Gölgede daha fazla durmak istemedim ve şubeye doğru ayaklandım. Binanın orada beyaz bir adamla tanıştım, o kadar zarif görünüyordu ki hayal görüyorum zannettim. Dik yakalı, beyaz kollu gömleği, lama tüyü ceketi, bembeyaz pantolonu, temiz kıravatı ve cilalı ayakkabıları vardı. Şapka takmamıştı. Saçı yandan ayrılmış, taranmıştı, büyük beyaz ellerinde yeşil çizgili bir şemsiye vardı. Harika görünüyordu, kulağının arkasında bir kalem sapı vardı. Bu mucizeyle el sıkıştım ve şirketin başmuhasebecisi olduğunu öğrendim, tüm defter tutma işini şubede gerçekleştirdik.

      Bir anlığına ‘hava almak için’ dışarı çıktı. Bu yerleşmiş, masabaşı işlere özgü ifade bana oldukça tuhaf gelmişti. Size aslında bu adamdan hiç bahsetmezdim fakat tüm anılarımla çözülmez bir bağı olan insanın ismini ilk kez onun ağzından duydum. Bunun yanı sıra, o adama saygı duyuyordum. Evet yakasına, muazzam manşetlerine ve taranmış saçlarına saygı duymuştum.

      Kesindir ki berber mankenine benziyordu ama bu yerin büyük yılgınlığı içinde görünüşünü hâlâ koruyordu. Onun için belkemiği buydu. Kolalı yakaları ve şık gömleği onun karakterinin simgesiydi. Neredeyse üç yıldır buralardaydı. Sonrasında dayanamayıp şıklığını nasıl koruyabildiğini sordum. Önce utanıp kızardı, sonra alçak gönüllü biçimde ‘Bu işi yerli kadınlardan birine öğrettim. Zor oldu, işi hiç sevmiyordu.’ Bu adam gerçekten bir şeyleri başarmıştı. İnci gibi yazdığı düzenli defterlerine de oldukça düşkündü.”

      “Şubedeki diğer her şey darmadağındı; insanlar, eşyalar, yapılar… Toz toprak içindeki bir dizi siyah adam paldır küldür gelip gidiyor, üretilen mallar, adi pamuklar, boncuklar, pirinç teller karanlığın dibine doğru yollanıyor, karşılığında bir damla değerli fil dişi geliyordu.

      On günlüğüne şubede beklemem gerekiyordu, bitmek bilmeyen bir süreydi bu. Bahçedeki barakada kaldım, zaman zaman o kaostan uzaklaşmak için muhasebecinin ofisine gidiyordum. Enine tahtalarla inşa edilmişti ve o kadar kötü döşenmişti ki kürsüsüne yaslanırken baştan aşağı çizgi çizgi gün ışığının parmaklıkları arasında kalıyordu. Dışarıyı görebilmesi için büyük panjurlarını açmasına gerek yoktu. Üstelik sıcaktı da. Koca sinekler düşmanca vızıldıyor, ısırmıyor sanki bıçaklıyorlardı. O, kusursuz ve parfüm sürmüş hâliyle yüksek bir sandalyede oturup yazdıkça yazarken ben genellikle yerde oturuyordum. Bazen hareket etmek için kalkıyordu. Bir gün hasta bir adam, ülkenin iç kesimlerinden yatalak olmuş bir temsilci, tekerlekli yatağıyla getirildiğinde nazikçe rahatsızlığını dile getirmişti. ‘Hasta inlemeleri.’ demişti. ‘Dikkatimi dağıtıyor. Dikkatim dağıldığında bu ortamda muhasebe hatası yapmamak çok zor oluyor.’ Bir gün, kafasını bile kaldırmadan, ‘İç kesime gidince kuşkusuz Bay Kurtz ile tanışacaksın.’ dedi. Onun kim olduğunu sorduğumdaysa birinci sınıf temsilci olduğunu söyledi. Bu bilgiyi aldığım zaman yüzümdeki hayal kırıklığını görünce de kalemini bırakıp “Kendisi oldukça dikkate değer bir insandır.’ diye yavaşça ekledi. Ardından sorduğum birkaç sorunun sonunda, Bay Kurtz’un şu anda ticaret merkezinin başındaki kişi olduğunu, asıl fil dişi ülkesinin en ücra kısımlarında çok mühim biri sayıldığını öğrendim. Diğerlerinin gönderdiğinin toplamı kadar fil dişini tek başına gönderiyormuş. Sonra tekrar yazmaya başladı. Hasta adam inleyemeyecek kadar çok hastaydı. Sinekler huzur içinde vızıldıyordu artık.”

      “Aniden bir mırıldanma ve gürültülü ayak sesleri duyduk. Bir kafile gelmişti. Ahşap duvarın arkasından gelen kaba saba şamata sesleri peydah olmuştu. Nakliyeciler kendi aralarında konuşuyordu, bu gürültünün ortasında başgörevlinin içler acısı, ağlamaklı sesi ‘artık pes ettiğini’ söyledi, o gün yirminci defa. Yavaşça kalktı, ‘Ne korkunç bir hırgür bu.’ Hasta adama bakmak için odanın diğer tarafına geçti ve ‘Duymuyor.’ dedi. Korktum, ‘Ne? Ölmüş mü?’ diye sordum. Büyük bir soğukkanlılıkla ‘Hayır, henüz değil.’ diye yanıt verdi. Başıyla avludaki şamatayı işaret ederek, ‘İnsan doğru bir şekilde kayıt tutmak istediği zaman, bu barbarlardan nefret ediyor. Hem de ölümüne.’ dedi ve bir anlığına derin düşüncelere daldı. ‘Bay Kurtz’u gördüğün zaman, ona buradaki her şeyin gayet makbul durumda olduğunu söyle. Ben ona yazmayı sevmiyorum, bizdeki kuryeler yüzünden merkez şubede mektubun kimin eline geçeceğini asla bilemezsin.’ O mazlum ve şişik gözleriyle bir süre bana baktı ve tekrar söze girdi. ‘Uzağa, çok uzağa gidecek. Çok geçmeden yönetim kurulu için önemli birine dönüşecek. Onlar, yukarıdakiler yani Avrupa’daki konsey, böyle olmasını istiyor.’ İşine döndü. Dışarıdaki gürültü azalmıştı, dışarı çıkarken bir süre kapıda durdum. Sinek vızıltıları eşliğinde memleketine dönecek olan temsilci kırmızı suratıyla yarı baygın olarak uzanıyordu; diğeriyse defterlerine gömülmüş, doğru kayıtlar tutup muazzam ölçüde doğru işlemler yapıyordu. Kapının önünden beş metre yukarıda, ölümcül şehrin üzerindeki sessiz ağaçların tepelerini görebiliyordum.”

      “Sonraki gün en sonunda şubeden ayrılma zamanım gelmişti. Altmış adamlık bir kervanla, iki yüz millik bir yolculuğa çıkacaktım. Size hepsini anlatmamın manası yok. Yollar… Yollar her yerde, bomboş bir yerin her tarafına yayılmış bir dizi çiğnenmiş patika, uzun yanık otlar, üzerinden, çalılıklar arasından, serin vadilerden, sıcaktan cayır cayır yanan kayalıklı tepelerden aşağı yukarı yollar. Üstüne yalnızlık, kimsesizlik, barakasızlık…

      Buranın nüfusu çok uzun zaman önce çekip gitmiş. Hoş, envai çeşit tehlikeli silahı olan bir yığın esrarengiz adam Deal ve Gravesend arasındaki yollarda olduğu ve köylüleri yakalayıp ağır yüklerini onlara taşıttığı sürece, buralardaki tüm çiftlikler, yazlıklar çok yakında bomboş kalır sanıyorum. Fakat buralarda hiç konut da kalmamıştı. Yine de birkaç tane terk edilmiş köyden geçtim. Çim duvarların kalıntılarının, acınası biçimde çocuksu bir tarafı vardı.

      Her gün, her biri otuz kilo taşıyan altmış çift çıplak ayağın sesi ve tepinmeleri vardı arkada. Çadır kur, yemek yap, uyu, çadırı kaldır, yola koyul. Ara sıra karşımıza üzerinde üniformasıyla yığılıp kalmış, yol kenarındaki otların üstünde, boş matarası ve uzun sopası yanında yatan bir kurye çıkıverirdi. Ortalıkta büyük bir sessizlik olurdu.”

      “Sessiz gecelerde uzaktan bir davul sesi gelirdi; alçalıp yükselen, bazen muazzam bazen tuhaf, dokunaklı, davetkâr ve hoyratça bir ses. Belki de Hristiyan ülkedeki çan sesleriyle aynı derinlikteki anlamıyla. Önü iliklenmemiş üniformasıyla beyaz bir adamla karşılaştık, yanında silahlı ve yapılı Zanzibarlı korumalarıyla yol üzerinde kamp yapıyordu; misafirperver ve cömertti, elbette sarhoştu da. Yolların bakımını teftiş ettiğini söyledi bana. Ne bir yol gördüm ne de bakımını. Eğer üç mil ötede rastladığım orta yaşlı, başında kurşun deliği olan siyahi bir adam cesedi, kalıcı bir düzeltme olarak sayılmazsa elbette.

      Beyaz bir yol arkadaşım vardı. İyi bir adamdı ama biraz şişman-caydı ve gölgeden ya da bir damla sudan kilometrelerce uzaktaki sıcak tepelerde bayılıvermek gibi çileden çıkartan bir alışkanlığı vardı. Adam kendine gelene kadar kendi ceketini şemsiye gibi onun kafasına germek sinir bozucuydu, anlatabildim mi? Bir defa dayanamayıp en başından buralara gelmekteki amacını sordum. ‘Para kazanmak için elbette, sen ne sandın?’ dedi küçümseyerek. Sonra ateşi çıktı, onu direkte sallanan hamağa taşımamız gerekti. Adam yüz kilodan fazla olduğundan nakliyecilerle devamlı

Скачать книгу