DÜŞ KAPANI. Büşra Tuğba Koç
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу DÜŞ KAPANI - Büşra Tuğba Koç страница 4
“Abla eve girelim, üşüdüm,” dedi İsmail.
“İçeri giremiyoruz. Annemi beklemek zorundayız.”
“Ben beklemek istemiyorum,” diye huysuzlandı.
Zeynep sırtını kapıya yaslayacak şekilde yere oturup kardeşlerini yanına aldı. Birbirlerine sarılıp ısınmaya çalıştılar. Birkaç dakika sonra ışık söndü. Zeynep karanlıkta kalmamak için ışığı yakmaya yeltendi fakat ayaklarının ucunda durunca bile düğmeye uzanamıyordu. Yine Kasım’ı kucağına alıp kaldırdı. Böylelikle ışığı yakmasını sağladı. Tekrar oturdular.
“Çişim geldi abla.”
“Benim de çişim geldi.”
Zeynep kardeşlerine baktı. Ne yapacağını bilemedi. Kimsenin gelip geçmemesinden cesaret alıp merdiveni gösterdi. “Buraya mı?” dedi ikisi de bir ağızdan. Çaresizce başını salladı kardeşlerine.
Aradan bir hayli zaman geçmişti. Işık tekrar tekrar sönüyor, Zeynep her defasında kardeşini kucağına alarak ışığı yakıp yerine geçiyordu. Ne zamandır oturuyorlar, ne zamana kadar oturacaklar hiçbir şey bilmiyordu. Üşümekten dudakları çatlamıştı Zeynep’in. Kardeşleri de üşüdüğü için bir elini İsmail’in, diğer elini Kasım’ın bacağına koydu. Isınmaları için kendince çaba sarf ediyordu. “Anne neredesin,” diye fısıldadı.
Işık yine söndü.
“Kasım,” dedi. Ses yoktu. “Uyudun mu kardeşim?”
Önce Kasım’ı kontrol etti, sonra İsmail’i. İkisi de başlarını omzuna yaslayıp uyuyakalmıştı. Zeynep küçük olmasına rağmen üzerindeki sorumluluğun altında ezildiğini hissetti. Annesinin sözünü dinlemediği için kendine kızdı. Gözleri doldu. “Annem gelecek, az kaldı, annem gelecek,” diye sayıklayarak kendine teselli vermeye çalıştı. Vakit ilerledikçe, üşümenin tesiriyle onun da gözleri kapandı. Oracıkta uyuyakaldı.
Saatler sonra Ülfet ve Ekrem geldi. Hiç beklenmedikleri bu vaziyet karşısında dehşete kapıldılar.
“Ne olmuş böyle?”
“Ülfet, çocukların kapıda ne işi var?”
“Belli ki dışarı çıkmışlar. Oysa çıkmayın diye o kadar tembihlemiştim.”
Panikle buz kesilmiş ellerini, yüzlerini okşadı çocuklarının.
“İnsan kapıyı kilitlemez mi be kadın?”
“Nerden bileyim? Hiç böyle yapmazlardı.”
“Ben sana dedim çocukları yalnız bırakmayalım diye. Şu hale bak. Allah bilir ne zamandan beri kapıdalar.”
“Bu durumun tek sorumlusu ben miyim şimdi Ekrem? Ne yapsaydık yani? Onları da mı götürseydik gece buluşmasına?”
“Neyse, olan oldu. Hemen içeri geçelim de daha fazla üşümesinler.”
Söylene söylene eve girip kapıyı kapattılar. Yavrularının buz kesilmiş vücutlarını bir an önce ısıtmak için ıslak giysilerini değiştirip sıcacık yataklarına yerleştirdiler.
Doğum Günü
Bir gece vaktiydi. Ülfet çocukları yatırmış, Ekrem’i işe uğurlamıştı. Kendine bir bardak kahve aldı. Kocası gece işe gittiğinde yalnız kalmayı pek sevmezdi. Yine uyku tutmamıştı. Koltuğa oturdu. Kahvesinden bir yudum alıp magazin dergilerinden birini önüne çekti. Henüz birkaç sayfaya göz gezdirmişti ki gecenin sessizliği bozuldu. Telefon, üzerinde durduğu komodini de titreterek çalıyordu. Bu antika, çevirmeli telefon ne zaman çalsa sesinin şiddetinden her parçası başka tarafa dağılacakmış hissi veriyordu. Saate baktı. Şaşkındı. “Gece gece kim arar,” diye geçirdi içinden. Telefonun ahizesini yavaşça kulağına dayadı:
“Alo, alo…”
Yanıt gelmedi. Ahizeyi aldırış etmeden yerine koydu. Yanlışlıkla arandığını düşündü. Tam yerine dönecekti ki, telefon yeniden çaldı. Bu kez kaşlarını çatan Ülfet, endişeyle telefona sarıldı:
“Alo… Buyurun, kimi aramıştınız?”
“Sesimi tanıyamadın mı gelin hanım?”
Ses yabancı değildi. Şaşkınlığını atar atmaz arayanın büyük kayını olduğunu anladı. İçine ani bir sıkıntı çöktü:
“Necdet ağabey…”
“Necdet ağabey ya,” dedi sese alaylı bir tonda. “Orada burada hakkımızda ileri geri konuşuyormuşsun. Kulağımıza gelmeyeceğini mi sandın?”
Ülfet sinirlendi:
“Bu yaptığın ne şimdi Necdet ağabey? Kardeşinin işe gittiğini bildiğin halde beni gecenin bu saatinde arıyorsun. Yakışıyor mu sana?”
“Bu sana ufak bir uyarı olsun. Ayağını denk almazsan, yazık olur sana bilesin.”
“Ne yapacaksın acaba? Yine beni Ekrem’e mi dövdürteceksin?”
“Daha beterini yapacağım. Sana ait ne varsa elinden alacağım. Ekrem’in dayaklarını mumla arayacaksın.”
Telefon suratına kapanınca sinirine hâkim olamayan Ülfet ahizeyi çarparak yerine koydu:
“Elinden geleni ardına koyma.”
Aradan iki hafta geçti. Zeynep artık beş yaşındaydı. Doğum günü için bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. Misafirler davet edilmiş, ikramlar hazırlanmıştı. Salondaki büyük masanın üzerine Zeynep için pembeli bir örtü serilmişti.
Ülfet keyifliydi. Omuz hizasındaki simsiyah, dalgalı saçlarını düzeltti önce. Sonra siyahla çerçeveleyip iyice irileştirdiği ela gözlerini, rujla dolgunlaştırdığı dudaklarını kontrol etti. Beyaz tenine yayılan güzelliğinin farkındaydı. Bunun başkaları tarafından fark edilmesinden de hoşlanıyordu. Takıp takıştırmayı, süslenmeyi, gezmeyi seviyordu. Ufak şeylerle mutlu olan, kahkahalarıyla bulunduğu her ortamı şenlendiren hayat dolu bir kadındı. Ancak bu iyimserliğinin feri günden güne sönüyordu. Ekrem’in ailesine karşı pasif tavrı, mutlu olmayı denediği her âna kara bulut gibi düşen gölgeleri artık Ülfet’in yaşam sevincini tüketiyordu. Ne kendisi huzur bulabiliyor ne de çocuklarına ve kocasına huzur verebiliyordu.
Tüm hazırlığı boyunca Zeynep annesini hayranlıkla izlemişti. Onu mutlu görmek, bugün için ona en büyük hediyeydi. “Arkadaşlarım da gelecek mi?” dedi sessizliği bozmak için.
Ülfet