Beyaz Kelebekler. Rahimcan Otarbayev
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Beyaz Kelebekler - Rahimcan Otarbayev страница 5
“Allah Allah!” dedi çaresiz kalan avcı, bacaya dayanarak. “Pis çakallar gitsinler Amerika’nın milli zenginlikleri olsunlar. O zaman ben kimim? Devletin zenginliği miyim, yoksa… Biçare gezen sahipsiz birisi miyim? Bu dünyadaki kazancımla, öbür dünyanın imanıyla bir şeyler istemeye hakkım yok mu? Sağ el hain olsa, sol el imdada koşmaz mı? Bu devlet devlet midir, yoksa hayvanlar ahırı mı, lan!”
Gözleri yaşardı.
Batan güneş fani dünyanın güzelliğinden vazgeçmek istemez gibi her tarafı aydınlatıyordu.
ÇİN HEDİYESİ
İkindi ile akşam arasındaki gök gürültüsü, yeryüzüyle baharın göbek bağını kesmişti. Kış mevsiminin şiddetli soğuğundan zayıf düşen köylü, çişeleyen yağmuru seyredip, “Kudrete bak!” derken içleri umut ve sevinçle doluydu. Tarladan doymadan dönen hayvanlar bile gübre kokulu ahıra acele etmeden yavaş yavaş geliyorlardı. O esnada Bazargül siyah ineğini sağıyor, Ömırbay ise eline aldığı çubukla bir buzağıyı uzaklaştırıyordu.
“Bey, sen ne yapıyorsun? Şu akrabasının peşine düşüp sınır ötesine giden Takay var ya, meğer geri dönmüş. Bir sürü mal getirmiş,” dedi eşi memeyi çekerken. Memeyi sıkı tutan güçlü kadın kovaya süt akıtarak buzağıya dönüp baktı. “Geçen şu komşu kadın söyledi; fakirmiş ama maşallah gözü tokmuş.”
Ömırbay’ın gözleri fal taşı gibi açıldı. Belini doğrultamadan zor yürüyen eşine, hareketsiz duran siyah ineğine, memeye uzanmak isteyen buzağıya baktı. “Çeksene ayağını! Baksana şuna! Buzağıya süt vereceğine… Sanki son sağma sütü azmış gibi. Sen de içsene, hadi yapış!” dedi Ömırbay hayvanlara kızarak.
Bazargül’ün gözüne uzun boylu, kırpık bıyıklı bir adam ilişti. Yerinden hemen fırladı. “Çin’e kaçarken bitleri semirmişti, bak şimdi, adam olmuşlar,” diye düşündü.
Eşinin bu keskin sözleri Ömırbay’a çok dokundu. Dışarıdaki kapıyı sertçe kapatıp eve giren Bazargül’e de, sakız çiğner gibi ağız dolu köpüğünü akıtan buzağıya da dikkat etmedi. ‘Takay geri dönmüş’ sözü kulağında çınlıyordu.
Her tarafa sürükleyen dolu dizgin düşünceler, bir kâse çayı bile yudumlatmadı. “Hay, Allah! Zaten millet Çin’den gelen ucuz mallara çoktan doymuştur,” dedi içinden.
Yüzünde çizgilerin belirginleşmeye başladığı sarışın eşi, kaynayan semaverle birlikte adeta korsuz yanıyordu.
“Rengin solmuş, n’oldu?” diye sordu Bazargül şüphelenerek.
“Yok birşeyim” dedi Ömırbay.
“Beni dinle! Az önce Astana’dan arayan kızın ile damadın geleceklerini söylediler. Torunumuz Yerlan ‘Dede ile nineyi özledim’ demiş. Kurban olayım torunuma! Sabah şu kısır maryayı tarlaya gönderme. Torunumuz güzel bir çorba içsin.”
Bazargül’e seslenmek istediği anda kapı gıcırdadı. İçeriye Takay girdi. Elindeki bohçayı kapı önüne atarak yüksek sesle selam verdi.
“Hay, Allah! İki yanağına bak, kıpkırmızı, ne kadar gençleşmişsin! Yoksa yağ mı sürdün yüzüne?”
“Hadi yengeciğim, çay kaynatıver! Yağı da sürdüler, balı da. Boş ver, hadi sen işine bak!”
Ömırbay kardeşini sofranın başına oturtturdu. Kendisi ise ocağın dibine doğru kaydı. “Yağ sürmez ha!” diyebildi.
Bazargül , Takay’ın getirdiği emaneti istemeden aldı.
“Millet iyi mi?” diye sordu Ömırbay.
“Herkesin bol bol selamı var abi. Eskisi gibi rahatlık yok tabii ki. Ne yapalım zaman işte…” dedi Takay.
Ömırbay’ın gözüne biraz önceki hayal ilişti. Eşi ile kayınço arasındaki şakalaşmalara önem vermedi.
Yalnız kaldıkları zaman Bazargül Çin’den gelen hediyelere bakarak:
“Düşmanından da alsan, menfaatine derler ya… Al şunu! Çin’deki karın göndermiş,” dedi. Ömırbay elinde parlak mavi bir kumaşın olduğunu fark etti.
“Ne kadar güzelmiş!” diye hayret etti. “Küçücük teybi de göndermiş. Zavallı ne yapsın?!” diye mırıldandı Ömırbay.
Pelüş gibi yumuşak işlenmiş, boy posuna uygun biçilmiş siyah kürk Ömırbay’a çok yakıştı. Vücudunu öyle ısıtıyordu ki, çıkartmayı düşünmedi.
“Sana yakışmadı. İhtiyara ne yakışır? Astana çok soğuk. En iyisi damada hediye et! Şansa bak. Kızım için diyorum. Avuçlarını yalıyordu zavallı. Şu kumaşı alıp kendisine güzel elbise diktirsin. Şu teybi torunum görürse, çok sevinecek. Ne ise yatalım. Sabah hayvanları tarlaya erkenden sürmek lazım,” diyen Bazargül, sevincini gizleyemedi. Gerdek gecesini hatırlamış gibi yatağını acele etmeden düzeltti. Bembeyaz yorganını serdi. Kürk ile mavi kumaşı katlayarak dolabın içine koydu.
Her ne kadar vakit gece yarısını da geçmiş olsa da, Ömırbay gözlerini kapatamadı. Sarışın yüzlü eşi sağa sola dönerek derin nefes alıp uyuyordu. Ömırbay ise yorganı teperek kendisiyle mücadele ediyor gibiydi.
“Yengeciğimin iki güzel hasleti var: Uykusu taş, sözü ise zehir gibidir,” diye konuşan Takay’ı hatırladı.
Gözlerini nasıl kapatabilirdi ki? Vücudu yataktayken hayali Çin’de gezip dolaşıyordu. Tepeden tepeye dolaştıran o eski atını hatırladı. Neydi o günler…
Beyaz Çarlık’ın yerle bir olduğu, Kızıl askerlerin güç kazandığı o korkunç devirde Ömırbay’ın annesi ile babası iflas edince, sınıra yakın olan Çin’deki Kulja ilçesine göçmüşler. Geldiklerinde çok zorlanmışlar. Ömırbay ise ailenin tek oğlu olarak nazlı nazlı büyüyordu. O dönemde ilçede Çinliler pek yoktu. Sonraki dönemlerde bir gün içerisinde çoğalmışlardı. Çok mu özlemişlerdi vatanlarını? İlk günlerde akşamleyin ocağı yakarken geldikleri tarafa bakarak ağlarlardı. O zor dönemlerde hayatında ağzına haram lokma atmayan Kazak yaşlıların fareyi ateşte pişirip yemelerine hayret etmişti. Yetim çocukların savaş esnasında zamanın çıldırtıcılığına uyarak ellerine silah alıp bir anda asker üniformalarına bürüneceklerini kim aklından geçirebilirdi ki?
Ömırbay babasının istediği kızla evlenmişti. O günlerde Çinlilere karşı savaş ilan eden Osman dayısı vardı. Osman Batır daha önceki hukümetle yaka paça olmuştu. Bu sefer Kuomintang’a karşı baş kaldırmıştı. “Kim varsa, herkes atına binsin! Ezilmek isteyen Çinlilerin ayakları altında kalsın!” diye haykırmıştı.
Annesi bırakmıyordu oğlunu. Bir sürü bahaneler ileri sürse