Erken Uyanan Adam. Hevir Tömür
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Erken Uyanan Adam - Hevir Tömür страница 4
O günden sonra şairin vücudunu kızın ateşi sardı. Bu ateş onu hayli bir zaman rahatsız etti, geceleri, ateşe düşen bir kıl gibi dolandırdı. Kuyumcunun tulumu gibi uzun uzun ah çekiyordu…
Lakin Niyaz Hanım uyanık bir kadındı, oğlunun derdini anlayıp, zaman kaybetmeden onun devasını bulup, onu dert, elemden kurtardı… Bugün şairin piyalesine çay koyup veren sevgilisi Ayimhan, onun kalbinde yangınlar çıkaran kızın ta kendisiydi. Bu günlerde sevgilisinin mucizelerini çok güçlü arzularla ortaya çıkaran şair ona nasıl doysun!..
Şair burada yemeği yiyip bitirene kadar Ayimhan’la karşılaştığı andan şimdiye kadar olan şeyleri aklından geçirdi.
–Öyleyse bundan sonra senin demlediğin çayı içip, elinle hazırladığın yemeği yiyerek huzur bulacağım, dedi gülümseyerek.
–Elbette öyle olacak, dedi Ayimhan sıcak tebessümle.
–Bu yaptıklarını nasıl öderim dedi şair minnettarlıkla.
–Bana okuma yazma öğretsen kâfi, dedi Ayimhan ricacı bir ses tonuyla.
–O çok zor bir iş değil. Ayimhan’ın gönlünü etmek isteyen şair, vaadinin yalan olmadığına inandırana kadar onun gözlerine ateşli gözlerle bakıp sıcacık gülümsedi.
İkinci Bölüm
Ağustos ayları, Turfan vadisinin bulutsuz berrak semasında gezinen parlak güneş bu vadiye sınırsız merhametiyle nur serpiyordu. Sanki elekten geçen ak un gibi dökülüp duran gün ışığı bu vadiyi nur denizine döndürüyordu.
İşte burası!
Cami avlusundaki kazığa bağlı duran boz atı gören, atlı iki adam konuşup birlikte attan indi. Atlarını sağlamca bağladıktan sonra, minare içindeki döner merdiven vasıtasıyla yukarı çıktı.
Bu sırada şair minareye çıkmış güneşin nuruyla altın gibi parıldayıp duran uçsuz bucaksız Turfan vadisini seyrediyordu.
“-Ey güneşin lütfuna en çok erişen sevimli diyar, bilgelikte zengin Turfan ana, senin büyüklüğün, bütün güzelliğin sana dökülüp duran işte şu altın nurda!… Ana yurdu Turfan’a güneşten de fazla muhabbet besleyen şair heyecanını bastıramayarak konuşmaya devam etti, -ey sevgisi ateş, zemini inci, uzun tarih, kitaplarda zikredilen medeniyetin, altın beşiği, sevgili Turfan! Sen tarihte gerçekten yaşayıp medeniyet-i insaniyeye unutulmaz armağanlar bırakan, altın devirleri yaşayan sen değil misin?! İdikut, Yargol, Karahoca, Astane, gibi gaip şehirler, Uva –Turlar… Senin altın devirlerinin canlı şahidi değil mi?
… Ah tarih!… Yaşanan altın devirler!… Kaza –bela, afetlerle dolu kara asırlar!… Koca koca ırmakları kurutup kuru dereye, çıplak çöllere çeviren afet yılları!… İşte bu minare önündeki alanda gayet büyük sular kabarıp akıyordu, şimdi o sular hani? Bu vadide mamur olan yemyeşil yerler, ormanlar hani? Gelişmiş payitaht şehirler nerede? Şimdi bu yerlerde yüksek yüksek uçurumlar, nice gaip şehirlerin yarım izleri kalmış… Bu uçurumları, geçmişte kabarıp akan nehir suları tıpkı dev arısı gibi hareket edip yapmamışsa, daha başka nasıl bir güçle meydana çıkabilirdi! Gaip şehirleri ata-babalarımız kendi eliyle yapmış, bu yerlerde hüküm sürmüş olmasa, onlar nasıl meydana gelirdi?..
Bu kadar çok harabe, yine mamur olan şehirler, bu kadar geniş nehir yatağı, orman, yine yeşerip duran bağ bahçeler… Bu tıpkı öndekinin yürüyüp, arkadakinin iz sürüp yürümesine benziyor.
Çalışkan halkın bir yer harap olsa, yine bir yeri mamur kılıp, hayati gücünden bir gün dahi mahrum kalmayan dayanıklı ana vatan, sevimli Turfan sen değil misin?!
Nehirler kuruyup, bağların solduğu afet dolu yıllarda akıl –feraset sahibi halkın yer altı sularını arayıp bularak, geçirimsiz tabakanın temelindeki suları yeryüzüne çıkarıp, karizi6 keşfeden meşhur Turfan sen değil misin?
Ağır bir yorgunlukla çıkan iki dost, şairin dikkatini dağıttı:
–Şükür, nihayet bulduk, dedi Latif Efendi şairi bulmanın sevinciyle, -atını görmesek bulamayacaktık.
–Yalnız başına minareye çıkmak da neyin nesi! dedi Ekberhan nefesini düzeltip.
–Gelin dostlar, işte şimdi yalnız değilim, dedi şair onlarla tokalaşarak. –Bakın, ana yurdumuz Turfan sanki nur denizi. İşte Boġda Dağları bize hami olup boy gösterip durmakta. Bakın, Yalkundağ kızıl altın gibi tavlanıp alevleniyor. İşte o taraf, uçsuz bucaksız mümbit zemin, bitmez tükenmez zenginlik. Bakın karizlere onlar için ince hesaplar gerek. Onlar ata –babalarımızın akıl –ferasetinin cevheri…
Latif Efendi’yle Ekberhan göz göze gelip şairin sözlerinden aldıkları tesiratı ifade ettikten sonra acayip şirin duygulara gark olmuşçasına uzaklara nazar saldı. Bu ana yurt onların gözlerine yemyeşil ağaçlar ve zirai yeşilliklerle bezenen gülistana benzer görünüyordu, nehir boyunca sıra sıra dizilen yer altı karizlerinden ecdatlarının akıl –feraseti, yiğitliği, çalışkanlığı anlaşılıyordu…
–Nur denizine eğer ilim –marifet nurları katılsa, cehaletin, hurafeciliğin yerine ilim çıraları yakılsa, o anda bu mekân öyle acayip özellikleri olan bir yere dönüşürdü ki, bunu ifade etmeye dilimiz aciz kalır…
Üçü birlikte Turfan minaresi üstünden ana yurdun güzel manzarasına derin bir muhabbetle uzun zaman bakıp durdular. Onlar hiçbir zaman bakmaya doyamadılar, baktıkça bu ana yurdun tarihi yaşam gücüne meftun oluyorlardı.
Yüzü açık sarıya mail, yassı yüzlü, orta boylu Latif Efendi ilk defa Astane’de açılan yeni okulda okumuş aydınlardandı.
Genç olup yüzünü koyu sakal bürüyen Ekberhan da okumuş bir kişi olup, Törehan isimli Özbek ailesinde dünyaya gelmişti. Bugün Ekberhan’ın Yargol’daki evinin bahçesinde yapılacak olan ziyafete Abdülhaluk Uygur’u davet etmişti. Hayli uzun vakitten sonra üçü birlikte minareden inip atlarına bindiler. Onlar yakıcı güneşe aldırmadan, tabiat manzaralarını, mahalle evlerini, tarlalardaki ziraatları temaşa ederek yavaş yavaş yürüyorlardı. Sohbetin hararetinden kale dibine
6
Kariz: Yer altı sulama kanalları.