Yosun Kokusu. Sabir Şahtahtı
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Yosun Kokusu - Sabir Şahtahtı страница 16
Efsane ile balkonda kurduğumuz çay sofrası, en sonunda gökte yıldız arayışı ile bitiyordu. Küçük bir semaveri bitiriyorduk. Sohbet o kadar koyulaşıyordu ki, sokaklardaki araba seyreliyor, insanlar azalıyor, sabahın dinginliğindeki yerini koruyan sessizlik gittikçe daha da güçleniyordu. Gökyüzü biraz açılınca bizim eğlencemiz başlıyordu. Bazen birimiz, bazen de her ikimiz çocuklar gibi parmaklarımızı daire şeklinde bükerek dürbün yapıyor, oradan yıldızlara bakıyorduk. Bazen ikimiz de aynı yıldızı izlemek istiyorduk ama bunun aynı yıldız olup olmadığı konusunda ikimizin de şüphesi oluyordu. Yıldız izleme seansımız çuğunlukla mutsuzlukla bitiyordu. Efsane, bir niyet tutarak izlediği yıldız kayınca, ellerini dizine vurarak hayıflanıyordu. Evet, geçirdiğimiz bu mutlu anların arasında saklanan endişelerimiz, bizim ruh halimizi bozuyordu. Yaşadığımız telaşı yaratan sebepler ise farklıydı. Ben ondan kaçmak isterken, o ise beni kaybetmemenin yollarını arıyordu.
Bir gün çay sofrasından sonra yıldızları seyredip eve geçtiğimizde, divana uzanıp yine hayallere daldım. Ondan kurtulmanın yollarını düşünüyordum. Efsane bana çay getirip kendisi de divanın ayak tarafına oturdu. Sürekli bana bakıyordu. Gözlerine bakınca mutfakta geçirdiği süre içinde ağladığını anladım. Sanki düşüncelerimi okumuştu.
Ağlamaklı bir sesle:
–Ben seni hiç kimse ile paylaşmak istemem. Eğer senden çocuğum olsaydı onunla bile paylaşmazdım. Ancak kendimi kandırdığımı biliyorum. Benden ayrıldıktan sonra yaşamını nasıl düzenlersen düzenle ama lütfen bana bildirme. Bir de beni kalleşçe terk etme. Seni tanıdığım günden beri, hatta beni Moskova fahişesi olarak gördüğün günlerde bile senin için hep iyi dileklerde bulundum. Benim kalbim düşüncelerimden daha güçlüdür. Bir kez beni bırakıp kaçtın. Bir de aynı kalleşliği yapacağından ve kalbimin derinliğindeki kabusun, düşüncelerime galip gelerek kaçtığın yollara nefret çiselemesinden korkuyorum. Beni kırarsan günahı ağır olur. Seni korkutmak için demiyorum ama nefretimi kazanmamaya çalış.
Evet, Efsane beni deli gibi seviyordu. Eğer babamı tanımış olsaydı bana söylediği kelimeleri babamdan çaldığını düşünecektim. Uzun, sarı saçlarını açarak sırtına atınca su perisi gibi görünüyordu. Birlikte sokağa çıktığımızda herkes bize gıpta ile bakıyordu. Benden üç–dört santim kısa olsa da düzgün duruşu, boyunu daha da uzun gösteriyordu. Benim esmer, onun beyaz yüzü birbirini tamamlıyordu. Onun bembeyaz yüzü gece daha ışıklı, gündüz daha farklı görünüyordu. Sanki kalbinin nuru yüzüne yansıyordu. Sanki yüzünü süt ile yıkamışlardı. Yüzünde ne bir ben ne de leke vardı.
Genellikle felsefik konuşmalar yapıyorduk. Onun zengin bilgisi, çok net tespit ve analizleri beni hayran ediyordu. İlgi alanlarımız aynıydı ama o çok korkusuzdu. Eğitimden söz açılınca bana:
–Allah bu gözleri cerrah olman için sana vermiş, derdi.
“Ellerin şifalıdır!” dediğinden hemen sandalyede ters oturarak omuzlarını ovmam için işaret ederdi.
Evimizde bir Türkmen köpeği saklıyorduk. Ufak tefek bir vücut yapısı ile yıllar boyu Türkmenlerin sadık bir arkadaşı olan bu köpeğin kendisine özgü huyları vardı. Efsane’den öğrendiğim bu bilgilerin köpeği daha fazla tanıdıkça doğru olduğunu anlıyordum. Her şeyden önce sevilmek istiyordu. İpek gibi yumuşak tüylerini okşadıkça mutlu oluyordu. Daha ilk günden beri bana ilgi gösteriyordu. Efsane ilk önce benim bir Müslüman olarak köpeğin evde kalmasına karşı çıkacağımı düşünmüştü. Ancak Bakü’ye gelince onun köpeğini özlediğini düşünerek bir köpek satın almasını teklif ettim. Bu habere çok sevinen Efsane, Moskova’dan kendi köpeğini getirtti. Bir arkadaşı trenle köpeği bize getirip aynı gün geri döndü. Köpeğin kuyruğundan başlayan gri bir şerit burnuna kadar uzuyordu. Bu şerit Alyaska’nın bedenini simetrik olarak ikiye bölüyordu.
Alyaska, bizim sevimli köpeğimizdi. Sohbetimiz bitince onunla şehirde gezmeye çıkıyorduk. Bu köpek sanki dil biliyordu. Bizim gergin olduğumuzu hissetttiği anda değişik hareketler yaparak bizim gerginliğimizi gideriyordu. Aç kalınca sağ baş parmağımı hafifçe ısırıyordu. Tuvaleti gelince arka ayaklarının üstünde oturarak hafifçe boynunu büküyordu. Dışarı çıkmak isteyince de kapının önüne giderek oraya uzanıyordu.
Efsane annesiyle babasının boşandığını ilk tanıştığımız gün söylemişti. Babası uzak bir göreve gidince annesi ondan boşanmıştı. Dediği doğru olsa, babasının KGB’de üst düzey bir yönetici olduğunu sonradan öğrenmişlerdi. Birkaç defa yeniden beraber olmak istemişlerse de bunu başaramamışlardı.
Bizi tanıyan herkesin, Efsane’nin güzelliği nedeniyle beni kıskandıklarını biliyordum. Ben ise Efsane’ye duyduğum ilgiden dolayı kendimden nefret ediyordum. Beraber gezerken elimi onun omuzlarına atarak yürüyordum. O zaman bana bakıp “Tı krasiviy Afqanskiy boyç”33 diyordu. Ben sinirlenince de “U tebya zamiçatelniy tvyordıy xarakter”34 diyordu. Yatağa girdiğimizde ise kedi gibi bana sokularak kulağıma “tı nastoyaşşıy mujçina”35 diye fısıldıyordu. Beni her türlü beğenen bu kadına karşı ilgisiz kalamıyordum.
SU SEVGİSİ
Azerbaycan’daki siyasi ve toplumsal gerginlik yüksek okullardaki eğitimi tamamen aksatmıştı. Ancak bizim eğitim aldığımız Rus bölümüne etki etmemişti. Azerbaycan’daki bu durum bizim bölümü doğrudan etkilemese de diğer yabancı öğrenciler gibi ben de etkilenmiştim. Bütün bunlara rağmen hidroloji biliminin derinliklerine indikçe Afganistan’a olan hayranlığım artıyordu. Bu konu, Bakü’de, Moskova Devlet Üniversite’sinden daha üst düzeyde işleniyordu. Bilgim arttıkça daha çok hayalperest oluyordum. Daha doğrusu Bakü’ye geldikten sonra Afganistan’ı su içinde yüzdürebileceğime olan inancım bire beş artmıştı. Ülkemi gerçek bir cennete çevireceğimden hiç şüphem yoktu. Ne yazık ki yağmurdan sonra ortaya çıkan mantar gibi benim ülkemde çoğalan silah ve cephaneler ortalığı kan gölüne çevirmişti.
Bazıları evini barkını korumak için silah edinmek çabasındaydı ancak kan döken bu aletin günlük yaşamda normal bir oyuncak haline gelmesi ise ayrı bir sorundu. Beni yaşatan hayaller dünyasıydı. Evimizle, nar bağımızla, Ağa’mın toprakları ile ilgili gece gündüz planlar yapıyordum. Nereden okuduğumu hatırlamadığım “Su hayatın kaynağıdır!” sözünü kendime ilke edinmiştim. Bu ülkü ile insanları etrafıma toplayıp, gece gündüz çalışacaktım. Projelerimi tüm devlet kurumlarına gönderecektim. Onları gören herkesin bana ve fikirlerime saygı göstereceğini düşünüyordum. Bu fikirlerimi arada bir Efsane ile paylaşıyordum. O ise beni dikkatle dinliyor, arada bir sorular sorsa da bazı düşüncelerini benden gizlediğini hissediyordum. Bir gün Sahil restoranda oturmuş çay içiyorduk. Onun fikrini almak için aklıma gelen şeyi sordum:
–Benimle Afganistan’a gelir misin?
Sanki
33
Sen yakışıklı bir Afgan savaşçısısın.
34
Senin çok sert mizacın var.
35
Sen gerçek bir erkeksin.