Batı Trakya'da Türk Edebiyatı'na Gönül Verenler. Анонимный автор
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Batı Trakya'da Türk Edebiyatı'na Gönül Verenler - Анонимный автор страница 32
–Bir bir ev… eve gideyim. Karıma da sorayım. N’olacak bakayım?
–Sor. Nasıl istersen… Sıkılma.
Selim soluk soluğa kasaba ile köy arasını bir çırpıda aldı. Karısına, “Birkaç yudum bir şeyler koy” dedi. Az atıştırdı. Barsakları hafif yatıştı. Sırtüstü uzandı. Söylenen işleri güne vurdu. Hiç tütün ekmese yazı onlarla geçirebilirdi. Alt tarafı, altı dönüm yerin icarını kurtaracaktı. Kendi kendine:
“Kızılağaç’taki beş dönüm orağı biçeceksin.”
“Evyanı’ndaki iki dönüm bağı belleyeceksin.”
“Köklük’teki kirazlığın etrafını, geniş temeli kökleyip diz boyu hendek atacaksın.”
“Gölyanı’na kuyu kazdırmak istiyorum. Birkaç gün sen de gelirsin.”
“Ha! Çeşmeyanı dört dönüm çayır. Onu da biçiverirsin” diye söylenirken; sarkıtma altındaki külrengi eşeğinin, samansızlıktan, çiti çatır çatır çatırdatarak kemirdiği duyuluyordu.
İlkin bir horoz öttü.
Daha sonra birçok… Bunların ardından, ortalığın şavkımasıyle köye dalan kir Spiro, traktörün düdüğünü uzun uzun öttürdü. Zaten saatlerinin çanlarını sabahın beşine ayarlamış olan pancar çapacısı kadınlar düdüğün sesini duyar duymaz kalkıştılar. Akşamdan hazırlanmış çıkınlarını koltuklarına sıkıştırıp, ellerinde çapalar, köy meydanına çıkıştılar.
“Kalimera20 kir Spiro.”
“Kalimera Fatma.”
“Kalimera kir Spiro.”
“Kalimera Hatice.”
“Kalimera kir Spiro.”
“Kalimera Zeynep.”
Selâm veren her çapacı, gümrükten geçmişçesine içi rahat, plâtformanın21 (**) gecenin çiğinden ıslak demirine,gevşekçe çömelip, çapalarına dayandılar. Plâtformaya her geleni de bir güzel süzer kir Spiro. Gözden çürük kaçmasın. Sütte çöp olur ya, yoğurtta ne arasın? Yoksa, kir Spiro, işini beğenmediği çapacıyı tarlada da tersyüz edip, geri çevirir. Ona, kurulmuş bir saat gibi çalışan çapacı gerek. Pancar tarlasına gün doğuşu girip, gün batımına dek, tıkı tık, tıkı tık çapasıyla kazsın. Kir Spiro, plâtformadaki çapacılara sordu:
‘Tamam hepsi sindi?”
“Sıdıka Zekiye, Ayşe.” dediler.
Beş on dakika beklediler. Sıdıka ile Zekiye koşar adım geldiler. Ayşe de meydana, yamacın ucundan kıvrılarak inen sokağın başında göründü. Başını kadınlara çeviren kir Spiro “Daha var?” diye seslendi.
“Kalimera kir Spiro.”
“Kalimera Ayşe.”
“Şimdi tamamız, kırk bir olduk.” dediler, hepsi bir ağızdan.
Bir saat içinde traktör, kocaman bir tarlanın başında durdu. Bu kir Spiro’nun tarlasıydı. Baştanbaşa pancar ekiliydi. Kaçırtılıp, göçürtülen bu pancar çapacılarının akrabalarının arazilerinin birleştirilmesiyle bir çiftlik oluşmuştu. Yakınlarında başka çiftlikler de vardı. O çiftliklerde de ya pancar, ya pamuk, ya da kabak ekiliydi baştanbaşa. Oralarda da başka köylerden toplanmış işçiler işliyorlardı karıncalar gibi.
Ayşe şaştı bu işe. Çiftlik sahiplerini düşündü. Bir de, topraksızları düşündü. Topraksız Selim’ini düşündü. “Kancığım yok. N’apayım? Gideyim şu gemilere, birkaç paramız olur.Bir şey edinmesek de, sıkıntı çekmeyiz kışın. Sobamızda odunumuz, tasımızda tarhanamız olur. Küçük Erdoğan’a okul çantası, okul entarisi, kalem, defter alırız. Sabahlan çay içeriz peynirle.” Demişti; gitmişti ta Martta denizlere.
Başörtüsünün bezinin uzun ucu ile gözlerini kaplıyan buğulu teri sildi Ayşe. Elleriyle yüzünü yellendirdi. Kuruyan boğazında susuzluğu düğümledi. Tükürüğü sakızlaştı. Ağzına bir acılık doldu. Demir yolu gibi uzanıp giden pancar karıklarına, buruk buruk baktı. Çapaladıkları beşinci karıklarının yüz ellinci metresinde, kendine yeni bir hız vererek, dikili çapasına sarıldı. Kırk arkadaşından aynlamazcasına çapalamayı göze aldı.
Çapalar bir indi, bir çıktı; bir indi bir çıktı. Karıklar dikiş makinesiyle dikercesine, çapaların ağzından geçti.
Egenin tatlı lodosu ile dalgalanan pancar yapraklan üzerinden kulaklarına süzülüp gelen korna sesi içlerini serinletti. Bu, her günkü gibi kir Spiro’nun taksisiydi. Öğle vakti kasabadaki mağazasını kapayıp,çapacılara on somun, iki kilo peynir, bir gaz tenekesi su getirmeyi, ödediği gündekilerin üzerine “Bunlar da benden” gibilerden hesaplardı.
Karığını sona erdiren her çapacı, çapasını tarlanın başına, yeni yerine dikip, öğle sıcağının verdiği baygınlık ve çapalamanın kollarına düşürdüğü yorgunlukla ağır ağır sallanarak, tarlanın kuzey ucunda bulunan plâtformanın gölgesine çekildiler. Gruplaştılar. Sofralaştılar. Su içtiler, somun yidiler. Peynir yidiler. Evlerinden getirdikleri zeytinleri, tahin helvalarını yidiler. Ayşe de su içti. Yidi somun. Helva yidi, peynir yidi. Zeytin yidi. Karnı doydu, ağzının acısı gitti, başının sıcağı. İçinden: “Bunlar gider” dedi. “Açlık gider, susuzluk biter de kalb acısı ne gider, ne biter. Koca Selim’im benim Hiç sen Ayşe’nin kalbinden çıkar mısın? Küçük yavrum, Erdoğan’ım. Sen ananın biricik yavrususun. Kim bilir ne kahırlar yağdırırsın komşu annene?”
Ayşe küçük Erdoğan’ını sabahın köründe bırakır komşusu Hacer yengeye. Akşamlan alır. Ancak gece olur yavrusuyle Ayşe. Dert yanarlar ana-oğul birbirlerine, uyuyana dek. Küçük Erdoğan hep sorar, annesi karşılık verir. “Anne, babam nerede? Gemilerde. Gelecek mi? Gelecek. Ne zaman? Yarın mı? Hayır. Bizim dere yolundan mı gelecek? Hayır. Hangi yoldan gelecek? Kasaba yolundan. Bana ne getirecek? Her şey. Çukulata da getirecek mi? Elbette…” Sorularının sonuna ermeden her gece, uyuyuverir annesinin kollarında Erdoğan. Ve gecenin yalnızlığıyle baş başa kalır Ayşe.
Ayşe koştu çalılıklar içine, boşalmak için. Araladı uzun, yeşil otlan, yaptı işini. Bir rahatlık doldu damarlarına. Otlara, çalılara, ötüşen kuşlara döktü içini Ayşe:
“Baharı, yazı hiç anlamam. Güzü, kışı hiç… Köyümüz, tarlaların güzellikleri gelip geçerler gözümün önünden yaşamımca. İsterim de, daha doğrusu hiç anlıyamam. Görürüm sadece, gelirler kasabadan kamyon dolusu, taksi dolusu insanlar. Çınarların, çamların altlarına serilirler.
20
günaydın
21
römork