Doğumunun 100. Yılında Cengiz Dağcı'ya Armağan. Анонимный автор
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Doğumunun 100. Yılında Cengiz Dağcı'ya Armağan - Анонимный автор страница 3
Kızıltaş onun için aynı zamanda bir sevgi ölçüsüdür. Canının parçası torununa dahi -başka topraktan, başka güneşten beslenmiş olsa da- Kızıltaş bağlarından kesilmiş bir salkım üzüme bakarcasına bakar ve onun yüzünde Kızıltaş bağlarının üzümünü3 görür.
“Özlemlerimin gücüyle evi ve bahçemi Kızıltaş’a dönüştüreceğimi sandımdı” (Dağcı, 1992: 401) diyen Cengiz Dağcı sadece yaşadığı özel mekânı değil dimağını ve yüreğini Kızıltaş ve Gurzuf haline getirir:
“Kızıltaş sensiz anlam dışı bir yer. Sen de Kızıltaşsız edemezsin. Benden önce sevgilin, anandan önce anan, Kızıltaş. Kızıltaş senin özsuyun; kanın, damarın.” (Dağcı, 1992: 275)
“Kızıltaş’ımızı ben sadece aklımda değil; yüreğim, dalağım, böbreğim ve avuçlarımın içinde taşıdım yıllar yılı- ben mutlu bir ölümle öleceğim.” (Dağcı, 1992: 402)
“Gurzuf’u içimde taşıyorum. Gittiğim her yere Gurzuf’u kendimle birlikte götürüyorum.” (Dağcı, 1994b: 40) “Varlığımın dayanak noktasının Gurzuf olduğundan o denli eminim ki, Gurzuf’u ve Gurzuf’un insanlarını hafızamda taşırken, ömrümün sonsuzluğa sürüp gideceğine inanır gibi oluyorum.” (Dağcı, 1994b: 69)
“Romanlarım yazılırken, hayatımın dayanak noktası Gurzuf oldu. Gurzuf’a bağlı kaldığım sürece hayatımın gerçekliğinden kuşkulanmadım. Gurzufsuz, hayatımın gerçek bir anlam taşımayan ve biçimsiz bir varlık olacağını, kendiminse bir hayalete dönüşeceğini sandım. Sanmakla da kalmadım, bütün bu uzun yıllar boyunca kendimi Gurzuf’ta ve Kızıltaş’ta aradım.” (Dağcı, 1997a: 8)
“Ben vatansız değilim, ben her gün yatağımın içerisinde yattığım zaman adaları hatırlıyorum. Memiş’in bayırını hatırlıyorum. Gelinkaya’yı hatırlıyorum. Topkaya’yı, Gurzuf’u hatırlıyorum, hatırlamadığım hiçbir gün geçmiyor, her gün hatırlıyorum. Kırımla yaşıyorum, benim kendi bedenim buradadır, ama canım hâlâ oradadır.” (Karatay, 2011: 70)
MEKÂNIN TAKINTIDAN SEMBOL HALİNE DÖNÜŞMESİ
Cengiz Dağcı ömrü boyunca kalp gözüyle görmeyi sürdürdüğü ata topraklarını dış gözüyle en son 1941 yılında görmüş ama gerek cephede savaşırken, gerek esir kampında, gerek mülteci kampında, gerekse 1946 yılı itibarıyla yerleştiği Londra’da yüreğinden ve zihninden asla çıkarmadığı ata toprakları sayesinde ölüme, değişime, dönüşüme, asimile olmaya direnmiş ve hayata tutunmuştur:
“Yazgım beni kıyılarımdan uzaklara, insanları benim dilimde konuşmayan yerlere götürdü. Çocuksu özlemler, çocuksu umutlar yavaş yavaş terk ettiler beni. Ama Gurzuf ve Kızıltaş kıyıları capcanlı kaldılar hafızamda. Uzak yurtların bana yabancı insanları arasında bugüne dek yaşayabildiysem, yüreğim içinde taşıdığım Gurzuf ve Kızıltaşla yaşayabildim. Yaşım ilerledikçe de kimliğimi korumak, kimliğimi unutmamak zorunluğundan gelen akıldışı bir güçle bağlı kaldım kumlara dayalı kıyılarıma.” (Dağcı, 1994b: 117)
“Gurzuf ve Kızıltaşla kimliğimi unutamamanın; kimliğimi unutamamanın da değil doğrusu, çünkü kimliğimi ben hiçbir zaman unutmadım; kimliğimi yitirmemenin sevinci içinde buluyorum kendimi. Gülünç belki. Ama varlığımı ve akıl sağlığımı korumanın en kolay yolu bu.” (Dağcı, 1997a: 32)
Cengiz Dağcı’nın çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği yerler tabiatı güzel olsa da topraklar bereketli olsa da elbette Dünya yüzündeki en muhteşem, en ideal yaşam alanı değildir. Sert coğrafî şartların, doğal afetlerin, ekonomik sıkıntıların, her alanda merkezî yönetime bağlı olmanın ve merkezî yönetimin ilgisizliğinin yol açtığı olumsuzlukların burada yaşamı bir hayli zorlaştırdığı gerçeğini de dile getirir Cengiz Dağcı:
“Hem Yansılar’da idealize ettiğim Gurzuf ve Kızıltaş çocukluğumda da ideal bir yer değildi: kışı soğuktu; bazan kış ortasında yakıt tükenirdi, ekmek tükenirdi; insanlar ölürlerdi – kimi soğuktan, kimi hastalıktan, kimi de içkiden. Büyük depremde devrilmiş Gurzuf camisinin minare taşları devrildikleri yerde kalakalmışlardı; sokaklar, hele Kızıltaş sokakları, taşlı ve çamurluydu. Kışın ortasında çeşmeler donardı, yollar kapanırdı. Yukarı mahallenin camisi dibindeki geniş avluya sığırlar götürülürdü boğaya. Bunun ayıbı ve günahı yok tabii; ama camiin duvarı dibine atılı peykede oturan elleri değnekli ihtiyarlar için pek de hoş olmayan gübre ve hayvan sidiği kokusu, yaz günlerinde ise, bahçe uçlarında bulunan ahşap kulübelerin altındaki helâ çukurlarından iğrenç bok kokuları yayılırdı çevreye.” (Dağcı, 1994b: 216)
Ancak yollar çamurlu ve taş dolu da olsa, gübre ve keçi kokuları duyulsa da burası Kızıltaşlı’nın, Gurzuflu’nun, Kırımlı’nın ocağıdır, yurdudur. Gaston Bachelard’ın Mekânın Poetikası adlı kitabında “İnsan vaktiyle oturduğu çatı katını çok dar bulabilir, kışın soğuk, yazın sıcak bulabilir. Ama şimdi, düş kurmaya yakalanan o anının içinde, herhangi bağdaştırmacılıkla olduğu bilinmez, çatı katı ister küçük, ister büyük, ister soğuk ve serin olsun her zaman rahatlatıcıdır” (Bachelard, 1996: 38) cümleleriyle ifade ettiği gibi Cengiz Dağcı da kendisi için barınma mekânı işlevi gördüğü dönemin Kızıltaş’ında göze çarpan olumsuzlukları asla hatırlamaz. Kızıltaş’ta yaşarken değil ama Kızıltaş’tan uzak düştükten, üstelik Kızıltaş’ı bir daha görme ihtimalinin ortadan kalkmasıyla Kızıltaş, Cengiz Dağcı’nın zihninde ve yüreğinde farklı bir boyut kazanır. Bir sevdadan takıntıya dönüşür (Tan, 2005). Ancak Cengiz Dağcı bu takıntı ve beraberinde getirdiği endişelerle başa çıkmayı becermiş (Veale-Willson, 2017) ve Kızıltaş ile Gurzuf’u hem kendi özel hayatı hem de vatanı Kırım için bir simge haline dönüştürmüştür.
Cengiz Dağcı, Kızıltaş’tan ayrıldıktan sonra sadece Kızıltaş değil Kızıltaş ve Gurzufla birlikte Kırım Türklerinin kaderi de değişmiş; Kırım’da, II. Dünya Savaşı sırasında önce gaddar Alman ordusunun işgali ve zulmü yaşanmış, ardından Kırım tekrar acımasız kızıl ordunun eline geçmiştir. 18 Mayıs 1944’te Stalin’in emriyle hayvan vagonlarına tıkılan Kırım Türkleri vatanlarından sürülerek, açlıkla-ölümle mücadele etmişler, büyük çoğunluğu bu mücadelede yenilgiye uğrayarak can vermiş, aileler parçalanmış ve bu Sovyet Rusya’nın uyguladığı bu stratejik soykırım neticesinde bir millet yurdunu kaybetmiştir. Yurdunu kaybeden bir milletin ferdi olarak Londra’da adeta bir sürgün hayatı yaşayan Cengiz Dağcı geride bıraktığı topraklardaki egemenliğin, buna bağlı olarak mekânın, demografik yapının ve kültürün tamamen değiştiğini üzüntüyle ifade eder:
“Birkaç ay önce kütüphanelere uğrayıp en yeni Kırım haritalarında aradım Kızıltaş’ı. Yok. Demirci, Değirmenköy, Dereköy, Ayvasıl, Üsküt, Otuz, Özenbeş, Taraktaş, Yanköy… tümü eksik haritada. Yalnız Kırımlılara Kırım’ı ziyaret etmelerine izin verildiğini ve yıkık çökük köylerine gelen insanlarımızın boyunları
3
Üzüm, Cengiz Dağcı’nın eserlerinde ötekileştirilmenin, yabancı hale getirilmenin simgesidir. Çocukken ölüler yesin diye mezarlığa üzüm bırakan Dağcı’nın babası, kendi üzüm bağına girip toprağı ve bağın asmalarını öptüğü için komünist rejim tarafından hapse atılmıştır. Bu olaydan sonra bir gün Memiş’in bayırına doğru otoyol kıyısında yürürken Yalta istikametinden gelen Kızıltaş kolhozunun sekreteri Bilal K. at arabasını durdurarak bağa dalmış ve ceketinin içine sakladığı iki salkım üzümü “Bu eki salhım yüzüm sizin bağın yüzümü!” diyerek gizlice Cengiz Dağcı’ya vermiştir. Ve üzüm onun eserlerinde kendi bağının üzümünü dahi yiyemediği öz vatanında “parya” durumuna düşmenin simgesi olur.