Vadideki Zambak. Оноре де Бальзак
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Vadideki Zambak - Оноре де Бальзак страница 15
Ürperdi, gün batımını izlemeye devam ederken karşılık verdi: “Bu genç yaşınızda nasıl bilebiliyorsunuz tüm bunları? Yoksa bir zamanlar kadın mıydınız?”
“Ah!” dedim heyecanımı gizleyemediğim bir sesle. “Uzun bir hastalık gibi geçmiştir benim çocukluğum.”
“Madeleine öksürüyor!” dedi aceleyle yanımdan kalkarken.
Kontes sürekli olarak evine girip çıkmamdan iki nedenden dolayı rahatsız olmadı. Öncelikle, çocuklar gibi saftı, düşünceleri bu saflıktan hiç şaşmıyordu. Dahası, Kont’un eğlencesi hâline gelmiş, bu pençesiz ve yelesiz aslana yem olmuştum. Sonraları, şatoya gelmek için hepimize makul gelen bir neden bulmuştum. Tavla oynamayı bilmiyordum, Mösyö de Mortsauf öğretmeyi teklif edince hemen kabul ettim. Bunu kararlaştırınca Kontes bana “Kendinizi çok büyük bir tehlikenin kucağına atıyorsunuz.” dercesine merhamet dolu bir ifadeyle baktı. İlk başta hiçbir şey anlamasam da üçüncü gün nasıl bir yükümlülük altına girdiğimi fark ettim. Çocukluğumun meyvesi olan ve hiçbir şeyin yıldıramadığı sabrım, bu sınanma sürecinde olgunlaştı. Bana öğrettiği bir kuralı göz önünde bulundurmadığımda Kont, kendini insafsız alaylara kaptırmanın mutluluğunu yaşıyor; hamle yapmak için düşündüğümde ağır bir oyunun ne kadar can sıkıcı olduğundan yakınıyor; hızlı oynadığımda aceleciliğime kızıyor; hata yaptığımda ise bunun kurbanı olduğumu söylüyordu. Bu, size yalnızca haylaz bir çocuğun boyunduruğu altındaki Epiktetos’la kıyaslayarak içinde bulunduğum durumu açıklayabileceğim, bir tiran zorbalığı, baskıcı bir despotluktu. Parasına oynadığımız zaman, kendisini küçük düşüren, bayağı sevinçler duyuyordu. Karısının tek bir sözü beni hemen teselli ediyor, onun da derhâl nezaket ve görgü kurallarına göre hareket etmesini sağlıyordu. Kısa bir zaman sonra umulmadık bir işkencenin alevleriyle yanmaya başladım. Bu arada paramın son kuruşunu da harcamıştım. Ben şatodan ayrılana dek Kont, karısıyla aramda kalsa da bazı geceler çok geç vakte kaldığımda, öyle bir an olur da onun yüreğine nüfuz edebilirim, umudunu taşıyordum. Lakin bu beklenen anı bir avcının hüzünlü sabrıyla yakalamak için ruhumu yaralayan, paramı alıp götüren bu alaylarla kuşatılmış partilere devam etmek gerekmiyor muydu? Güneşin çayırda yaptığı gölge oyunlarını, gökyüzündeki kurşuni bulutları, buğulu tepeleri ya da ay ışığının nehrin mücevherlerinde titremesini kaç kere izlemiştik. Yalnızca şu sözleri ederdik birbirimize:
“Gece ne kadar güzel!”
“Gece kadın gibidir, Madam.”
“Şu dinginliğe bakın!”
“Evet, burada bütünüyle mutsuz olmak mümkün değil.”
Bu yanıtım üzerine gergefine dönerdi. Onda, yerini arayan bir bağlılığın kıpırtılarını sezmeye başladım daha sonraları. Param kalmadığına göre tavla partilerine elveda demem gerekiyordu. Anneme para göndermesi için mektup yazdım, bunun üzerine beni azarladı ve yalnızca bir hafta idare edecek bir para gönderdi. Başka kimden isteyebilirdim? Söz konusu olan, benim hayatımdı! Böylece ilk büyük mutluluğumun bağrında, yakamı bırakmayan kederle yine karşı karşıya kalmıştım ama Paris’te, lisede yatılı okurken endişe yaratan yoksulluğumun acısını bir kenara bırakabilmiş, mutsuzluğumu pasifleştirmiştim etkisizleştirmiştim. Fakat Frapesle’de bu duygumun canlanmasıyla birlikte hırsızlık arzusunu, hayallerdeki suçları, ruhu kaplayan ve öz saygımızı yitirmemek için bastırmamız gereken o hoyrat öfkeleri tanıdım. Derin acımasız düşüncelerin, annemin cimriliğinin sebep olduğu bunalımların anısı, bana âdeta derinliğini görmek için uçurumun dibine gelip de aşağıya düşmeyenlerin gençlere gösterdiği erdemli hoşgörüyü kazandırdı. Soğuk terlerle beslenen dürüstlüğüm, hayatın aralandığı ve aktığı yatakta çakıllı kumların göründüğü anlarda güçlense de insanın adalet kılıcı bir insanın boynunu vurmak için her çekildiğinde, kendi kendime “Ceza yasalarını mutsuzluk nedir bilmeyenler çıkarmış.” derdim. Hayatımdaki her şeyin son raddesine geldiği bir noktada, Mösyö de Chessel’in kitaplığında tavla ile ilgili kaleme alınmış bir kitaba rastladım, iyice inceledim. Ev sahibim bana birkaç ders vermek istedi, bir önceki öğretmenime kıyasla daha yumuşak başlı biri olduğundan ilerleme kaydettim, ezberlediğim kuralları ve hamleleri uyguladım. Birkaç gün içinde boynuz kulağı geçmişti artık. Kazandığımda mizacı çirkinleşiyor, gözleri bir kaplanınki gibi ateşler saçıyor, yüzü buruşuyor, kaşlarını daha önce hiç görmediğim şekillerde indirip kaldırıyordu. Şımarık bir çocuk gibi yakınmaya başlıyordu. Bazen zarları fırlatıyor, öfkeye kapılıp tepiniyor, zar hokkasını ısırıyor, ağzına geleni sayıyordu bana. Bu hiddetli tepkiler bir süre sonra duruldu. Oyundaki üstünlüğü ele geçirdiğimde, mücadeleyi istediğim gibi yönlendirmeye başladım; berabere bitelim diye uğraşıyordum. Oyunun ilk yarısında kazanmasına müsaade ediyor, daha sonra da dengeyi kuruyordum. Öğrencisinin elde ettiği hızlı üstünlük, Kont’u dünyanın sonunun gelmesinden daha çok şaşırtıyordu. Ne var ki bunu asla dillendirmedi. Tavla partilerimizin değişmez sonucu zihninde yeni düşüncülerin şekillenmesine yol açtı.
“Kuşkusuz…” diyordu. “Zavallı başım ağrıyor. Kafam karıştığından oyunun sonuna doğru hep siz kazanıyorsunuz!”
Tavla oynamasını bilen Kontes, daha ilk oyundan benim taktiğimi anlamış ve davranışımda gösterdiğim yoğun şefkati sezmişti. Anlattığım bu ayrıntılar yalnızca tavlanın korkunç zorluklarını bilenlerin kavrayabileceği türdendi. Bu küçücük ayrıntıda neler saklı değildi ki! Ama aşk, tıpkı Bossuet’nin tanrısı gibi, yoksuldan gelen bir bardak suyu, ölen meçhul askerin gösterdiği çabayı en ihtişamlı zaferlerden daha üstün tutar. Kontes, çocuklarına baktığı gibi bana bakıp körpe yüreğimi titreten sessiz teşekkürlerinden birini gönderdi. O mutlu akşamdan sonra benimle konuşurken hep yüzüme baktı. O gün şatodan ayrılırken nasıl hissettiğimi anlatamam. Ruhum bedenimi soğurmuştu, ağırlığımı hissetmiyordum, sanki yürümüyor uçuyordum. Tıpkı “Elveda Mösyö!” deyişinin, ruhumda Paskalya ilahisinin yankılanmasına neden olması gibi, benliğimi aydınlatan o bakışını hissediyordum. Yeni bir hayata doğuyordum. Onun için bir anlam ifade ediyordum artık! Lal rengi çarşaflarda uyudum o gün. Kapalı gözlerimin önünden geçen ve birbirini takip eden alevler, yanmış kâğıdın üzerinde uçuşan sevimli ateş böceklerini andırıyordu. Rüyalarımda, nasıl olduğunu bilemediğim bir şekilde sesi dokunulur oluyordu, ışık ve güzel bir kokuyla beni saran havada ruhumu okşayan bir ezgi hâlini alıyordu. Ertesi gün bana olan hislerini anladım beni karşılamasından, sesindeki gizemleri kavramaya başladım o andan itibaren. O gün hayatımda unutulması imkânsız, en anlamlı günlerden biriydi. Akşam yemeğinden sonra tepelerde dolaştık, taşlık, kuru, bereketsiz bir toprakta hiçbir bitkinin yetişemeyeceği bir araziye gittik buna rağmen birkaç meşe ağacı, çobanpüskülü ve akdikenlerle kaplı çalılıklar vardı; ot yerine, kızıl güneşin ışınlarıyla allanan, üzerinde ayakların kaydığı kenarları tırtıklı yosundan bir halı uzanıyordu. Destek olmak için Madeleine’in elinden tutuyordum, Madam de Mortsauf ise Jacques’ın koluna girmişti. Önümüzden yürüyen Kont, arkasını dönüp bastonunu yere vurduktan sonra korkutucu bir ses tonuyla: “İşte benim hayatım! Ah! Tabii