Mrs. Dalloway. Вирджиния Вулф
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Mrs. Dalloway - Вирджиния Вулф страница 10
“Hatırlıyor musun…” dedi, “Bourton’daki panjurlar nasıl da pencereye çarpardı?”
“Çarparlardı.” dedi ve Clarissa’nın babasıyla baş başa kahvaltı ettiğini hatırladı garip bir şekilde; vefat etmişti babası ve Clarissa’ya yazmamıştı. İhtiyar Parry’yle zaten hiç geçinemezlerdi, o aksi, dizleri tutmayan, zayıf karakterli yaşlı adamla, Clarissa’nın babası Justin Parry ile.
“Keşke babanla daha iyi anlaşsaydım derim sık sık…” dedi Peter.
“Ama o benimle -yani benim arkadaşlarımdan hiç hoşlanmazdı ki!..” dedi Clarissa; Peter’a kendisiyle evlenmek istediğini hatırlattığı için dilini ısırmış olabilirdi.
Tabii ki istemiştim, diye düşündü Peter; kalbim kırılmıştı, diye düşündü; batan günün dehşetli ışığında terastan bakıldığında yükselen bir ay gibi alt etti kederi onu. Bir daha hiç öyle mutsuz olmadım, diye düşündü. Ve sanki o terasta oturuyormuş gibi Clarissa’ya doğru yaklaştı; elini uzatı; kaldırdı; bıraktı. Orada, tepelerinde asılı duruyordu ay. Clarissa da orada, ay ışında, terasta kendisiyle oturuyor gibi duruyordu.
“Herbert kalıyor şimdi.” dedi Clarissa. “Ben hiç gitmiyorum artık.”
Sonra, tıpkı ay ışığında terasta dururken sıkılan birinin yaptığı gibi; nasıl ki karşıdaki sessizce oturup, ayı seyreder ve konuşmazken; şimdiden sıkıldığı için çekinerek, ayağını kıpırdatır, boğazını temizler, masanın ayağındaki metal kıvrımlara bakınır, bir yaprağı kımıldatır ama hiçbir şey söylemez -Peter Walsh da öyle yaptı. Zira neden böyle geçmişi kurcalayalım ki, diye düşündü. Neden bunu düşünmesini sağlamıştı ki? Bunca cehennemî işkenceden sonra neden böyle acı çektiriyordu?
“Gölü hatırlıyor musun?” dedi, kalbini sıkıştıran, boğazındaki kasları geren ve “göl” dediğinde dudaklarının büzülerek kasılmasına yol açan bir duygunun baskısıyla, kısık bir sesle. Hem ördeklere ekmek atan bir çocuktu hem de gölün kıyısında duran annesiyle babasına yaklaştıkça, kollarında gitgide büyüyen hayatı, bütün hayatı duruyordu, onların yanına bırakıp “İşte bunu yaptım! Bunu!” diyordu. Ve ne yapmıştı hayatıyla? Ne yapmıştı hakikaten? Oturmuş Peter’ın yanında dikiş dikiyordu bu sabah.
Peter Walsh’a baktı; bakışı, onca zaman, onca hissin içinden geçerek kuşku içinde ulaştı ona; ağlamaklı bir şekilde çöktü yüzüne; bir kuşun dala konup kanat çırparak uzaklaşması gibi, dokunup uzaklaştı. Gizlemeden sildi gözlerindeki yaşı.
“Evet.” dedi Peter. “Evet, evet, evet…” dedi, sanki yüzeye doğru çıkarken onu çok incitecek bir şey söylemiş gibi. Dur! Dur! diye haykırmak geldi içinden. Çünkü yaşlı değildi; hayatı bitmiş değildi; kesinlikle bitmiş değildi. Ellisini daha yeni geçmişti. Söylesem mi acaba, söylemesem mi diye düşündü. Ama çok soğuktu, dikiş dikerken böyle makaslarıyla falan; Daisy, Clarissa’nın yanında çok sıradan kalırdı. Ve benim tamamıyla bir başarısızlık abidesi olduğumu düşünecek ki Dalloway’lerin bakış açısına göre öyleyim, diye düşündü. A tabii, ondan hiç şüphesi yoktu; bir başarısızlık örneğiydi, bütün bunlara kıyasla -şu kakma masaya, şu kakma mektup açacağına, şu yunusa ve şamdanlara, sandalye kılıflarına ve eski, İngiliz baskısı değerli resimlere kıyasla- bir başarısızlık örneğiydi! Bütün bu kendini beğenmişlikten tiksiniyorum, diye düşündü; Richard’ın işleri; Clarissa’nın değil; onunla evlenmek dışında bir suçu yok onun (O sırada Lucy elinde gümüşlerle girdi içeri, daha fazla gümüş; alımlı, zarif, ince birine benziyor, diye düşündü, gümüşleri bırakmak için eğilirken.). Ve bu hep böyle sürüp gidiyor olmalı diye düşündü; haftalar boyunca; Clarissa’nın hayatı; oysa kendisi -ansızın yaşadığı her şey içinden dışarı saçılıyormuş gibi oldu; serüvenler, geziler, tartışmalar, maceralar, briç partileri, aşklar, iş, iş, iş! Ve çakısını çıkardı -eski boynuz saplı çakısı, Clarissa otuz yıl önce taşıdığı aynı çakı olduğuna yemin edebilirdi- avcunda sıktı.
Ne tuhaf bir alışkanlık bu, diye düşündü Clarissa; hep böyle çakıyla oynaması. İnsana kendini hep önemsiz biri gibi hissettiriyordu; boş kafalı, geveze, eskiden yaptığı gibi. Ama ben de diye düşündü iğnesini alırken eline, uyuyakalmış muhafızları yüzünden korumasız bırakılmış bir kraliçe gibi (bu ziyaret onu afallatmıştı -üzmüştü) -böğürtlen çalılarının altında yatarken herhangi biri gelip onu rahatlıkla görebilirdi- yaptığı şeyleri yanına çağırdı; sevdiği şeyleri; kocasını, Elizabeth’i, kendini, kısaca, Peter’ın artık hiçbir şey bilmediği kendisini korumak ve düşmanı defetmek istiyordu.
“Peki, sen neler yaptın bakalım?” dedi Clarissa. Savaş başlamadan önce atlar toprağı eşeler böyle; başlarını sallarlar; böğürleri ışıldar; boyunları kavislenir. İşte Peter Walsh ve Clarissa, mavi kanepede yan yana otururken böyle meydan okudular birbirlerine. Peter’ın içindeki ordusu kızışıp çalkalanıyordu. Çeşitli mevzilerden pek çok şey yardıma geliyordu; övgüler, Oxford’daki kariyeri, evliliği ki Clarissa evliliği hakkında hiçbir şey bilmiyordu; nasıl âşık olduğunu, işini nasıl yürüttüğünü…
“Milyonlarca şey!” diye haykırdı, artık yüzlerini göremediği insanların omuzları üzerinde hızla taşınıyormuş gibi hem korkutan hem de heyecanlandıran birleşmiş güçlerinin bir o yana bir bu yana yüklenmesiyle elini alnına götürdü.
Clarissa dimdik oturuyordu; soluğunu tuttu.
“Âşığım.” dedi, Clarissa’ya değil tabii fakat yükselen, elle dokunulamayan birine söylüyordu; onun için getirdiğiniz çelenginizi karanlıkta kalan çimenlerin üzerine bırakmak zorundaydınız.
“Âşığım.” diye tekrarladı Clarissa Dalloway’e şimdi kuru bir sesle; “Hindistan’da bir kıza âşığım.” Çelengini sunmuştu. Clarissa dilediğini yapabilirdi.
“Âşıksın demek!” dedi. Demek bu yaşta, o küçük papyonuyla suyun altına çekilmişti o canavar tarafından! Üstelik boynu bir deri bir kemik, elleri kıpkırmızı, hem benden altı ay büyük! Gözleri kendisine kaydı ama yüreğinde hissediyordu; âşıktı Peter. Öyleydi, hissediyordu; âşıktı Peter.
Ama karşısına çıkanları ezip geçen boyun eğmez bencilliği, hadi hadi diyen, amaçsız olduğunu itiraf etmesine rağmen bize hadi hadi diyerek sürükleyen ırmak; bu boyun eğmez bencillik yanaklarını renklendirmişti; gencecik yapmıştı onu, pembecik; elbisesi dizlerinde otururken gözleri parlıyordu, yeşil ipeklinin ucuna iliştirilmiş iğnede hafif bir titreme oldu. Kendisine değil. Daha genç birine âşıktı tabii.
“Peki, kim bu kadın?” diye sordu.
Şimdi bu heykelin yükseklerden indirilip aralarına konması gerekiyordu.
“Maalesef evli bir kadın…” dedi Peter, “Hint ordusundaki bir binbaşının karısı.”
Ve sevdiği kadını Clarissa’nın gözünün önünde böyle gülünç bir vaziyete düşürdüğü için buruk bir tatlılıkla gülümsedi.
(Ne de olsa âşık, diye düşündü Clarissa.)
“Onun