Eylül. Mehmet Rauf

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Eylül - Mehmet Rauf страница 4

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Eylül - Mehmet Rauf

Скачать книгу

hiçbir hesapla tertip etmemiş, hep vakaların akışına bırakmıştı fakat bundan sonra idare etmek, tertip etmek gerekeceğini anlıyordu. Hatta saadetlerinin bir hâlde devamı onları bezdirmese bile bezginliğe götüren bu duygu içinde tutmakta idi; bu kendisine kâfi bir ders oluyordu. Evet, artık biraz suni olmalı idi. Ve bunu derin bir acı ile hissediyordu. Geçirdiği tabii, endişesiz hayat, hiç kayıtlanmadan bile umulduğundan üstün bir neşe ile daima beklenmedik tebessümlerle gelen, hep güzelliklerle, hep sevinçlerle gelen o sade hayat ona şimdi ele geçmesi imkânsız acı bir lütuf gibi görünüyor; o günlerin yoksunluğu, içine matem gibi çöküyordu.

      Ah çocukları sağ olsaydı… Ve bunu düşünür düşünmez her vakitki gibi ta ciğerlerinden bir şey sızlayarak gözlerini yaşlarla doldurdu. Ah çocuk! Bunu anlıyordu, bir çocuğun, bir ailede nasıl bir rabıta olduğunu, telafisi imkânsız zannolunan neşelere benzeyecek bir başkalık, bir yenilikle, kalpleri nasıl mahzuz ve mesut ettiğini düşünüyor, düşündükçe çocuğunun ölümüne şimdi bunun için de ayrı bir matem tutuyordu. Ah sağ olsaydı, onların hayatını nasıl daima sıcak, daima genç tutacaktı… Bu ölüm kendilerinde o kadar derin bir yara açmıştı ki, Suat tekrar doğurmak için büyük bir korku duyuyor, doğurmaktan çekiniyordu. Ey o hâlde? Bırakacak mıydı? Saadetlerinin hiç böyle görülmeyen, hissedilmeyen fakat tesir eden, tahrip eden ve bir gün bir büyük yara hâlinde meydana çıkacak olan bu kurdunu bırakacak mıydı?

      Kocasını gittikçe bu melale mağlup, gittikçe bu melalin pençesinde o daha güzel geçen zamanlara hasret çeker görüyor, hasret çekişi arttıkça kendine ait duyguları azala azala belki bir gün asıl engel kendisi sayılarak bütün bütün ihmal edileceğini farz ediyordu ve kendi nüfuzunun kaybolmaktan ziyade kocasının başka bir nüfuza, daha kuvvetli bir nüfuza mağlup olması ihtimali onu yakıyordu. Tekrar sormaya başladı:

      “Ey o hâlde?”

      Evet, uğraşmak gerekiyordu. Fakat nasıl? Evvela onun istediğini yapmalı idi; birden kocasına karşı kalbinde yer tutmuş muhabbet o kadar kaynadı ki, “Peki, sen de git, Necip Bey’le beraber sen de eğlen…” diyeceği geldi. Fakat sonra kadınlığı ona birtakım manzaralar gösterdi. Daima her zevkte müşterek oldukları hâlde şimdi onu, kendisinin bigâne, mahrum kaldığı zevkler içinde gördü. Adi bir kıskanç, pek inhisarcı bir kadın olmadığı hâlde de buna tahammül edemedi; onu hiçbir eğlenceden mahrum etmek istemez fakat hep eğlencelerine iştirak isteğini de önleyemezdi. Birden fikrinde bir nur titredi; bu kendine o kadar beklenmedik bir şevk verdi ki, oturamayarak kalktı, gezinmeye başladı.

      Süreyya ile Necip hâlâ sözlerine devam ediyorlardı. Şimdi Necip ona bir vaka anlatıyor, Süreyya dayanmış, dalgın dalgın onu dinliyordu. Ve genç kadın kocasını bahtiyar ve sevimli görmek için o kadar samimi bir arzu hissediyor, onu mesut etmek, onu hiçbir kadının mesut edemeyeceği kadar mesut etmek için o kadar sonsuz bir kalp kuvveti duyuyordu ki, artık her türlü engele karşı gelmenin kendisi için bir sıkıntı değil bir haz olacağını düşünüyordu.

      Yavaşça çıktı, kocası görmeden babasına mektup yazmak için hemen odasına kapandı. Mektubunu o şimdi gelip görecek diye bin heyecan içinde yazıp bitirdikten sonra hemen zarflayıp dadısının odasına gitti. Küçükten beri elinde büyüdüğü bu ellilik kadın, kocası öldükten sonra Suat’ın rızasıyla buraya, yanına gelmişti. Birçok ricayla onu yarın erkenden İstanbul’a kadar gitmeye razı ettikten sonra yukarıya çıkıp Süreyya’yı hâlâ Necip Bey’le salonda bulunca şimdiden muvaffak olmuş gibi memnun, yanlarına oturdu.

      Sabahleyin uyanır uyanmaz Suat’ın ilk işi hizmetçiye “Dadım gitti mi?” diye sormak oldu. Kız, ihtiyar kadının erkenden indiğini haber verince memnun, kalkıp camları açtırdı. Bol bir güneş gecenin rutubetini silip, bitap buharlar hâlinde oraya buraya dolamış, rüzgârsız havada bunlar asılmış kalmıştı. Ta uzakta, üzerinde tek tük köşklerle ağaçlar kaynaşan bir ovanın ötesinde ufka kadar deniz görünüyordu.

      Süreyya’ya “Acaba Necip Bey gitti mi?” diye sordu. Süreyya bir koltuğa uzanmış düşünüyordu; bunun üzerine kalktı, “Sahi… Ama daha gitmemiştir. Gidecek olsaydı gece veda ederdi. Dur bir kere bakayım…” dedi ve camlı kapıyı açarak, köşkün üç tarafını çevreleyen balkonda yürüyüp öbür cephede bir pencerenin önünde durdu. Necip, pencerenin yanındaki koltukta dalgın oturuyordu.

      “Ben seni uyuyor zannetmiştim.”

      “Ooo! Saat bir, bu zamana kadar uyumak için insan miskin olmalı! Hele ben buranın asıl sabahını severim. Şehrin gürültüsü içinde yaşadıkça insana biraz sükûn, biraz kır, bir iki kuş sesi pek hoş geliyor.”

      “Evet, burada eğreti oturduğunu bildiğin için sana öyle gelir…”

      Necip ileride kütüklerin arasında entarisiyle dolaşarak yanındaki bağcı ile bir şeyler konuşan beyefendiyi göstererek:

      “O hiç sizin gibi düşünmüyor!” dedi.

      Süreyya hiddetle omuzlarını kaldırdı:

      “O da eğer bu sene bir salkım üzüm alabilirse…”

      Güneş tatlı bir okşayışla sıcaklığını duyurmaya başlamış, pencerelerden giren ışık içerinin yarı gölgesinde güler yüzlü parıltılarla resimleşiyordu. Sessizlik içinde hafif sesle bahçede konuşan beyefendinin lakırtılarını işitiyorlardı. Süreyya:

      “Annem geliyor.” dedi.

      Balkonun öbür tarafından annesi geliyordu. Gülerek bahçede kocasını gösterdi. Süreyya başını sallayarak:

      “Gördük.” dedi.

      Hanımefendi, Necip’e rahat edip etmediğini soruyor, Süreyya ona vakit bırakmayarak:

      “Garip sual.” diyordu. “Sanki burada boğulmaktan başka bir şey varmış gibi… Şimdi sıcak gittikçe ateşlenerek, her taraf bir fırın, ağaçsız, rüzgârsız bir külhan gibi şiddetle yanmaya başlar… Hiç o zaman gelip sormazsınız. ‘Nasılsınız? Terliyor musunuz? Boğuluyor musunuz?’ demezsiniz… Rüzgâr çıksın diye saatin dokuzunu beklemeli…”

      Arkadan Suat’ın sesini işittiler. Gülerek hanımefendiye:

      “Vallahi benim kabahatim yok anneciğim.” diyordu. “O kabil değil, bu sene burada oturmayacak…”

      Hanımefendi gülerek:

      “Öyle ya, bir yalı tutar, alır seni götürür.” dedi.

      Necip dedi ki:

      “Ne iyi olur vallah. Bir küçük yalı… Karı koca istediğiniz gibi bir yalıyı otuz liraya tutarsınız.”

      Suat, birden kalbi atarak sordu:

      “Otuz liraya mı?”

      Süreyya annesinin elini tutmuş, ona şikâyet ediyor, yalvarıyordu. Annesi gülerek başını sallıyor:

      “Kabil değil, imkânı yok.” diye tekrar ediyordu.

      Babasının elindekini avucundakini çubuklara verdiğini, hatta parasızlıktan şikâyet ettiğini söylüyor, kendisine gelince, “Ben nereden bulurum?” diyordu.

      Süreyya:

Скачать книгу