Oliver Twist`in Maceraları. Чарльз Диккенс
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Oliver Twist`in Maceraları - Чарльз Диккенс страница 2
Şehvetle ağlıyordu Oliver, kilise mübaşirlerinin, yoksullar müfettişinin yumuşak merhametine terk edilmiş bir öksüz olduğunu bilseydi, belki daha da yüksek sesle ağlardı.
BÖLÜM 2
OLİVER’IN BÜYÜMESİ, EĞİTİMİ VE MECLİS
Bunu takip eden on ay içinde, Oliver, bir düzen üzerine, hainliklerin ve kalleşliklerin kurbanı oldu. Emzikle büyütüldü. Öksüz ve yetim bebeğin aç ve yoksul durumu, yoksullarevi makamları tarafından, kilise mütevellilerine muntazaman bildiriliyordu. Kilise mütevellileri, tenezzül buyurarak yoksullarevi makamlarından, Oliver Twist’in muhtaç olduğu teselli ve gıdayı temin edebilecek, evde ikamet eden bir dişi olup olmadığını sordu. Yoksullarevi makamları, tevazuyla, öyle bir dişinin bulunmadığını söyledi. Bunun üzerine, kilise mütevellileri, büyük bir alicenaplık ve şefkatle, şuna karar verdi: Oliver çiftliğe gidecek; yani, küçük suçluları, haftada yedi buçuk kuruş gibi bir meblağ karşılığı kabul eden, yaşlı bir dişinin, annece nezareti altında, yirmi otuz kadar küçük suçlunun, pek fazla yiyeceğe ve giyeceğe ihtiyaç göstermek gibi mahzur teşkil etmeden, bütün gün yerde yuvarlandığı, beş kilometre kadar uzaktaki yoksullarevinin bir şubesine gönderilecekti. Haftada yedi buçuk kuruşluk bir perhiz sistemi, bir çocuk için yeter de artar bile; yedi buçuk kuruşa neler alınmaz neler; midesini tıka basa doldurur da üstelik rahatsız bile olur. Yaşlı dişi, akıllı, tecrübe sahibi bir kadındı, çocuklar için neyin iyi olduğunu bilirdi; kendi menfaatini de gözden kaçırmazdı. Böylece, haftalık ücretin büyük bir kısmını, kendi hesabına kullanıyordu ve gittikçe artan mahalle neslini, kendileri için tahsis olunandan daha az bir meblağ ile geçindiriyordu. Böylece, derinliklerinde daha derin bir sükûn buluyor, kendi kendine, tecrübeci bir filozof olduğunu ispat ediyordu.
Bir tecrübeci filozof daha olacak, herkes bilir hikâyesini, yemeden yaşayabilecek bir at hakkında büyük bir teorisi vardı; bunu öyle güzel ispat etmişti ki azalta azalta, günde bir öğüne indirmişti hayvanın saman istihkakını. İlk rahat hava yemini yemeden yirmi dört saat önce ölmüş olsaydı, aç hayvanı ateşli bir ruh hâline getirmiş olacaktı. Ne yazık ki, Oliver Twist’in koruyucu bakımına teslim edilmiş olduğu dişinin tecrübeci felsefesi de kendi sistemi dâhilinde ekseri böyle sonuçlar doğuruyordu; çünkü çocuk, son derece az gıdanın asgari porsiyonu ile yaşamaya tam alışmışken, on vakanın sekiz buçuğunda münasebetsizce, ya açlıktan ya soğuktan hasta oluyor ya ihmal yüzünden ateşe düşüyor ya da neredeyse boğulmak üzere oluyordu; böylece, her bir vakanın sonunda zavallı mahluk, ekseri başka bir dünyaya çağırılıyor, orada, bu dünyada göremediği atalarına, babalarına kavuşuyordu.
Ara sıra, karyolayı altüst ederken ihmal yüzünden altında kalan ya da banyoda -banyo denen şey pek seyrek olurdu, çiftlikte yıkanmayla ilgili herhangi bir şeye rastlanmazdı pek- kaynar suyla haşlanarak ölen bir mahalle çocuğu hakkında, mutat harici ilgi çekici bir tahkikat açıldığında, bir de bakarsınız, jürinin, zor durumlar yaratan sorular sormak aklına esiverir ya da mahalle sakinleri başkaldırarak imzalarını protestoya atarlardı; ama bu münasebetsizlikler doktorun ifadesi ve kilise mübaşirinin şehadetiyle hemencecik kontrol altına alınıyordu; doktor cesedi açar, (pek muhtemelen) bir şey bulamazdı, kilise mübaşiriyle mütevellilerin istediği gibi yemin ederdi, bu da insanın kendisini alabildiğine feda etmesi demekti. Üstelik meclis, zaman zaman çiftliğe hicret eder, her defasında da bir memur göndererek geleceklerinden haberdar ederdi. Onlar gittiğinde çocuklar tertemiz çıkardı karşılarına; bundan daha iyisi de can sağlığıydı!
Bu cins bir çiftlik eğitiminin, öyle ahım şahım, enine boyuna, bir vücut yaratacağı beklenemez. Oliver Twist dokuzuncu yaş gününde, soluk, zayıf bir çocuktu, ufak tefek çelimsiz bir vücudu olduğuna şüphe yok ama tabiat ya da irsiyet, Oliver’ın gönlüne pek sağlam, iyi bir ruh aşılamıştı. Müessesenin o az miktardaki perhiz sistemi sayesinde de gelişmişti; dokuzuncu yaş gününü kutlayabilmesini buna borçluydu herhâlde. Her neyse, yine de dokuzuncu yaş günüydü işte. Bu günü de mahzende kutluyordu, yanındaki mümtaz iki beyle bir grup teşkil etmişti. Bu beyefendiler, gaddarca, “Açım!” demek cüretinde bulunduklarından, hep birlikte güzel bir dayak yemiş ve buraya kilitlenmişlerdi; o sırada Müdire Mrs. Mann Hanım, durup dururken Kilise Mübaşiri Mr. Bumble’ın belirmesinden ürktü: Mr. Bumble bahçe kapısını açmaya çalışıyordu.
“Aman ya Rabb’im, sizsiniz ha, Mr. Bumble! Efendiciğim siz ha?” diyerek iyi taklit edilen bir sevinç gösterisiyle, başını pencereden dışarı çıkardı. “Suzan, Oliver’la şu iki yumurcağı al, yukarı çıkar da yıkayıver hemen. Aman ya Rabb’im! Mr. Bumble, ne iyi ettiniz de geldiniz!”
Mr. Bumble, şişman ve aksi bir adamdı; bunun için, bu gönülden gelen selama aynı şekilde karşılık vereceğine, küçük bahçe kapısını alabildiğine sarstı, kapıya bahşettiği tekme de olsa olsa ancak bir kilise mübaşirinden sadır olabilirdi.
“Aman ya Rabb’im!” dedi Mrs. Mann, dışarı fırlayarak, üç çocuk ortalıktan yok olmuştu bile. “Aman ya Rabb’im, şu çocukcağızlar yüzünden kapıyı içten sürgülemiştim, gel de unut sen! Buyurun efendim, buyurun lütfen, buyurun Mr. Bumble, efendiciğim!”
Her ne kadar bu davet, bir kilise mübaşirinin kalbini yumuşatabilecek bir reverans tarafından refakat edildiyse de kilise mübaşirini gevşetemedi.
“Bu tavr-ı hareketinizin hürmetkâr, doğru dürüst bir tavr-ı hareket olduğunu mu sanıyorsunuz Mrs. Mann?” diye sordu Mr. Bumble, bastonunu kavrayarak. “Mahalle öksüz ve yetimlerinin işiyle meşgul olmaya gelen kilise mübaşirini bahçe kapısında nasıl bekletirsiniz, Mrs. Mann? Kendinizin de bir kilise üyesi, maaşlı bir memur gibi bir şey olduğunuzun farkında mısınız acaba?”
“Sizi sevdikleri için çocukların birkaçına geldiğinizi haber vereyim demiştim efendiciğim.” dedi Mrs. Mann, büyük bir tevazuyla.
Mr. Bumble, hitabet kudretinden ve kendi öneminden alabildiğine haberdardı. Birini göstermiş, ötekiniyse haklı olarak ispat etmek istiyordu.
“Neyse, Mrs. Mann.” dedi, daha sakin bir havayla. “Dediğiniz gibi yapmış olabilirsiniz, olabilir. Siz önden girin, Mrs. Mann, iş için geldim, sizinle bir şey konuşacağım.”
Mrs. Mann, kilise mübaşirini, zemini kiremit döşeli bir salona aldı, bir koltuk verdi ve üç köşeli şapkasıyla bastonunu, önündeki masanın üstüne, büyük bir resmiyetle koydu. Mr. Bumble, gezintisinin tevlit etmiş olduğu, alnındaki teri sildi. Yumuşak bakışlarla şapkasına bakarak gülümsedi. Gülümsedi işte! Eh, kilise mübaşiri de bir insan ne de olsa; Mr. Bumble gülümsedi işte.
“Söyleyeceğime kızmayın ne olur.” dedi Mrs. Mann, baygın baygın. “Uzun yol yürümüşsünüzdür, yoksa söylemezdim elbette. Bir damlacık bir şey alır mısınız Mr. Bumble?”
“Katre istemem, bir katre bile!” dedi Mr. Bumble, sağ elini böbürlenerek sallayıp.
“İçersiniz canım.” dedi Mrs. Mann, reddin havasını ve ona refakat eden hareketi gözünden kaçırmayarak. “Bir damlacık, biraz soğuk su ilave ederim, bir parça da şeker.”
Mr. Bumble öksürdü.
“Bir damlacık canım.” dedi Mrs. Mann ikna edici bir şekilde.
“Neyiniz var?” diye sordu kilise