seyahatime gece yarısından birkaç saat önce başlamaya karar verdim. Bu zamana kadar bana her zaman destek olan iki dostumdan ayrılarak, 1 Ağustos tarihinde akşamüzeri 16.30 sularında gemiye bindim. Giriş penceresini kapattıktan ve her şeyin yolunda olduğunu dikkatlice tespit ettikten sonra -ki bu görev neredeyse bir saatimi almıştı- jeneratörü devreye alacak şekilde ayarladım; enerjinin tam anlamıyla dolduğunu ve kuvvetin gereken oranda sağlandığını tespit ettiğimde, enerjiyi ilk önce bütün ana iletkene doğru yönlendirdim. Bunu yaptıktan sonra batıdaki alt pencereye döndüm -ya da bulunduğum konum olarak sağ tarafa- ve dışarıya baktığımda ağaçların tepelerinde, yarım mil uzakta ve başlangıç noktamın seviyesinden yaklaşık iki yüz fit yukarıda olduğumu gördüm. Basınç birimini önemli ölçüde sıkıştırdığımı ve oksijen oranını yaklaşık yüzde on oranında artırdığımı ve ayrıca ihtiyaç durumunda ikincisinin tamamını üretme aracını da taşıdığımı söylemeliyim. Araçlarım arasında bir basınç göstergesi vardı, o kadar hassas bir biçimde bölünmüştü ki cam çemberleri okumak için kullanılan sabit güçlerle aynı kuvvete sahip hareketli bir verniyeyle, birkaç saniye içinde havanın en küçük kaçağını bile fark edebilirdim. Bununla birlikte, basınç göstergesi sabitlenmiş durumdaydı. Pencereye yaklaşıp dışarı baktığımda, Dünya’nın benden o kadar hızlı uzaklaştığını görüyordum ki ayrıldıktan sonra beş dakika içinde, ağaçlar ve hatta evler gibi nesneler çıplak gözle neredeyse ayırt edilemez hâle gelmişti. Gemim yukarı doğru yükseldikçe, havanın ıslık çalar şekilde sesler çıkaracağını düşünmüştüm, ancak kalın duvarlarım sayesinde böyle bir şey hiçbir suretle algılanmıyordu. Güneşin batıdan hızla yükselişini gözlemlemek garipti. Üst pencereye bakınca, gökyüzünün hızla kararan yönünü görmek daha da dikkat çekiciydi. Birdenbire biraz uzak mesafedeki parlak bir gökkuşağı dışında her şey kayboldu, belki de sıradan bir gökkuşağı parlaklığından daha ziyade buna bir hale demem daha doğru olurdu çünkü gördüğüm şey aşağıdan görülen gökkuşağı gibi değil, aksine onun yarısından daha az ama neredeyse bir dairenin üçte ikisi gibi bir şeydi. Tabii ki bir bulutun içinden geçtiğimi ve çok sıra dışı yoğunluklardan birine sahip olduğunun farkındaydım. Bununla birlikte, birkaç saniye içinde, farklı seviyelerde binlerce kırık buhar kütlesinin, boşlukların ve sis tepelerinin, güneş ışığının yansıttığı üst yüzeylerine bakıyordum; beyaz ışınlar, karışıklık içinde, tarif edilemez bir parlaklıkta tüm renklerin sayısız ışınlarıyla bütünleşmişti. Bulut tabakasının içinden geçişim sırasında bulut dışındaki her şeyin yoğunluğunun belirsizliğinden değil, genişliğinden kaynaklandığını düşünüyordum çünkü bu yükseklikte aşırı derecede hafif ve dağınık bir kütle olmasına imkân yoktu. Doğu penceresinden yukarıya baktığımda ise artık çok daha parlak görünen yıldızları fark edebiliyordum ve sürekli kararan bir arka fon üzerinde neredeyse her an yeni bir yıldız beliriyordu. Batıya doğru baktığımda, tüm manzara yalnızca gün ışığından ibaretti, o anda yarıçapı beş yüz milden fazla olan yarım daire boyunca uzanan kıyı şeridi ve deniz taslağını fark ettim, bu da deniz seviyesinden yaklaşık olarak otuz beş milden daha uzak olduğumu ima ediyordu. Bu yükseklikte bile, ölçümlerimin boyutu, yüksekliğime kıyasla o kadar büyüktü ki gemiden ufka doğru çizilen bir çizgi, çok kabaca da olsa, yüzeye neredeyse paralel gibi görünüyordu; bu yüzden ufuk bulunduğum seviyemden çok uzak görünmüyor, ancak altımdaki noktanın elbette fazlasıyla uzak bir mesafeye sahip olduğu ortaya çıkıyordu. Bu yüzden yüzeyin görünümü, farzımuhal ufkun görüşümü sınırlayan yarım dairesinin merkezinden otuz mil daha yüksekmiş ve görüş açımdaki alan bir tabak ya da sığ bir kâse şeklindeymiş gibi görünmesine neden oluyordu. Ancak görünür yüzeyin çapı yalnızca yüksekliğin karekökü olarak arttığından, bu görünüm yükseldikçe daha az algılanabilir hâle geliyordu. Otuz beş mil yüksekliğe ulaşmam yirmi dakika sürdü; ama benim hızım, elbette, büyük bir yükseklikten Dünya’ya düşen bir nesnenin hızının artması gibi sürekli olarak artıyordu ve on dakika daha geçmeden, kendimi Güneş’in yönü dışında neredeyse mutlak bir karanlığın içinde buldum -sanki hâlâ denizin üstündeymişim gibi- ve hemen bunun ardında, karasal ufkun etrafında, üzerinde bulutlarla kırılan güneşli masmavi bir gökyüzü halkası vardı. Diğer her yönde ise sadece kapkara bir gökyüzü değil, mutlak bir karanlığa bakıyordum. Ancak bu karanlığın ortasında az ya da çok yıldızlardan oluşan sayısız ışık noktası vardı, artık uzaktaki bir tonozun yüzeyine yayılmış gibi görünmüyordu ama hemen önümde daha parlak ya da daha sönük gördüğümden değil, içgüdüsel olarak görsel kavrayışıma daha yakın veya daha uzak olarak dağılıyorlardı. Parıldama, onları hâlâ yoğun bir atmosferde gördüğüm doğu ufkunun hemen yakını haricinde, hiçbir yerde yoktu. Kısacası, başlangıçtan bu yana henüz daha otuz dakika geçmemiş olmasına rağmen, atmosferden çıkmış ve uzay boşluğuna girmiş olduğumu anlamıştım, şayet böyle bir boşluk varsa elbette.
Bu noktada, anlık olarak ortaya çıkan nedenlerden dolayı, Apergy’nin büyük bölümünü kesmek ve hızımı kontrol etmek zorunda kaldım. Yükselişimin ilk yüz milinde Dünya yüzeyini net bir şekilde görebilmem için gün ışığında başlamıştım. Manzaranın tadını çıkarmak istemediğimden değil, ancak aynı zamanda parkurumu karasal yer işaretleriyle yönlendirmem gerektiğinden, mekiğin hareket hızını ve yönünü belirlemek için bunları görebilmeli ve olası herhangi bir tehlikenin ilk belirtilerini ayırt edebilecek durumda olmalıydım. Ama tabii ki rotam genellikle ekliptik düzlemde yattığı için ve şu an için en azından Dünya ve Güneş’in merkezlerini birleştiren hatta olduğumdan, gerçek uzay yolculuğumun gece yarısı meridyeninin düzleminde, yani Dünya yüzeyinin hemen Güneş’in karşısındaki kısmının üstünden başlamasını istiyordum. Bu çizgiye ulaşmak ve ona ulaştıktan sonra bir süre daha üstünde kalmak zorundaydım. Her ikisini de yapabilmek için mümkünse Dünya’nın dönüşünden türetilen doğuya doğru itici gücü dengelemem yeterliydi, ancak aynı zamanda batıya doğru bir itici güç elde etmeliydim; bu da başladığım enlemde saatte bin mil anlamına geliyordu. Ana çubuktan mekiği sabit bir yükseklikte tutmak için yeterli Apergy akımını yönlendirirken, doğru iletken açısından gereken itici gücü bir saat boşlukta kolayca yedekleyebileceğimi hesaplamıştım, ancak o bir saatlik zaman diliminde giderek artan Apergy gücü beni 500 mil batıya doğru götürecekti. Yani, altı saat içinde Dünya’nın dönüşü yüzeye yakın bir nesneyi 90°’lik bir açı ile gün batımından gece yarısı meridyenine taşıyacaktı. Fakat nesnenin yüksekliği ne kadar büyük olursa yörünge yer kürenin merkezi etrafında o kadar geniş ve her derece o kadar uzun olurdu; bu yüzden de saatte sadece bin mil doğuya doğru hareket etmeli, sürekli olarak Dünya yüzeyinde bir noktanın gerisinde kalmalı ve gece yarısı meridyenine ulaşmamalıydım. Dahası, yukarıda belirttiğim Apergy kuvvetinin etkisiyle, bağlı kalacağım son bir saat içinde 500 mil doğuya doğru kaymak zorunda kalmıştım. Şimdi 330 mil yükseklikte, mekiğe 90°’nin 6500 mil temsil edeceği bir yörünge verilecekti. Yedi saat içinde, mekiğimin Dünya’dan aldığı itici güçle 7000 mil doğuda, yörünge boyunca taşınmam ve Apergy tarafından 500 mil geri gitmem gerekiyordu; böylece sabah birde kronometremle, doğuya doğru Apergy akımını tam olarak gece 12’de devreye sokmam şartıyla, gece yarısı meridyeninin düzleminde veya uzayda başlangıç noktamın 6500 mil doğusunda olmam gerekiyordu. Ayrıca sabah saat birde, saatte 1000 mil batıya doğru bir itici güç de üretmeliydim. Bu, bir kez yaratıldığında, onu yaratan güç kesilmiş olsa da var olmaya devam edecek ve Dünya’dan türetilen zıt dönüş dürtüsünü tam olarak dengeleyecekti; bu nedenle, bu hareketin saniyede neredeyse on dokuz mil hızla uzayda Dünya’yı paylaşmasına rağmen, ikincisinin etkisinden tamamen kurtulmalıydım, bu da beni Mars’ın merkeziyle karşı karşıya kalacağım birleşme hattına götürecekti.