Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-. M. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı- - M. Turhan Tan страница 6
“Düşümün sonu, düşümün sonu!..”
Kadının hayran ve perişan bağırmakta hakkı vardı. Çünkü Hüseyin, mahut rüyanın en heyecanlı parçasını topraktan çıkarmış bulunuyordu. Nitekim Kara Süleyman da -ilk sersemliğini giderdikten sonra- bu hakikati kavramaktan geri kalmadı:
“Bre Hüseyin!” dedi. “Bu kavanozun çıkacağını biz biliyorduk. Fakat unutmuştuk.”
Delikanlı, define keşfettiğini sezinseyerek heyecana kapılmıştı. Ev sahibinin bir tekerleme ile bu keşfin temin edeceği kazancı nefsine hasretmek istediğine zahip olduğu için de sinirlenivermişti. Sert sert yanı başındaki erkeğe bakıyordu. Kara Süleyman onun bir mücadeleye hazırlandığını sezince ellerine yapıştı:
“Belinledin.” dedi. “Çünkü topraktan define çıkacağını bildiğime kolay kolay inanamazsın. Fakat üçten dokuza şart olsun ki doğru söylüyorum. Bizim küldöken, daha dün sabah böyle bir küp bulacağımızı söylemişti.”
Delikanlının cevabı kısa ve sarih oldu:
“Olabilir Süleyman Ağa. Lakin küpü ben buldum. Payımı alacağım.”
Ve ev sahibinin cevabını beklemeden kavanozu gömülü olduğu çukurdan çekip çıkardı, ağzındaki tıkacı bir hamlede söküp attı ve defineyi baş aşağı yere döktü: Seher’in düşü küme küme altın, dizi dizi inci, tutam tutam elmas hâlinde bellenmiş toprağın bir parçasını renk içinde, ışık içinde bırakmıştı ve büyük bir servet, iki adamın gözü önünde çeşitli bir tebessümle pırıldayıp duruyordu.
Onlar renk içip, nur içip sarhoşlanan iki idrak avaresi vaziyetinde bulunuyorlardı. Altınların ışığı, incilerin pırıltısı, elmasların nuru zavallıların damarlarında seyyal bir hâl alıyor ve bu akıp giden rengünur seli yavaş yavaş alevleşerek ikisinin de idrakini tutuşturuyordu.
Seher de on on beş metre geride ve iki üç metre yüksekte aynı idrak yangınına tutulmuştu. Gözleri açıla açıla, yüreği kabara kabara, toprağa serili güneş kırıntılarını, mehtap zerrelerini seyrediyordu.
Kara Süleyman, genç dostundan önce kendini topladı:
“Paylaşalım.” dedi. “Fakat hak terazisiyle.”
Dili harekete gelen genç adam sordu:
“Hak terazisi nedir?”
“Bahçe benim mülkümdür. Ağaçlarında çıkan yemişler, çiçekliğinde yetişen güller, sümbüller gibi bu define de benim mülküm sayılır. Sana elinin emeğini, gözünün hakkını veririm, üst tarafını ben alırım.”
“Ne verirsin ağa, açık söyle?”
“Mesela bin kuruş!”
Hüseyin güldü:
“Şu taşlardan biri bin kuruş eder. Beni çocuk yerine mi koyuyorsun ağa!”
“Ya ne istersin oğul?”
“Yarısını!”
Seher tehlikeli bir durum tekevvün etmek9 üzere bulunduğunu sezdi, vaziyetten kendi yüreği hesabına da istifade etmek isteyerek yerinden fırladı, yarım yamalak örtündü, bahçeye çıktı, dostlukları kırılmak ve elleri birbirinin boğazına geçmek üzere bulunan iki erkeğin arasına girdi.
“Definede…” dedi. “Benim de payım var!”
Kara Süleyman bu müdahaleden ilkin sinirlenecek, karısını yumruklaya yumruklaya geri çevirecek oldu. Fakat ortada yatan muazzam servetin cazibesinden kurtulamadığı gibi defineyi genç adamın eline bırakıp oradan uzaklaşmayı da doğru bulmadı. Izdıraplı bir tahammülle karısının -başörtüsü altında açık duran- yüzüne baktı.
“Ağzının payını…” dedi. “Almadan çekil, elinin hamuruyla er işine karışma. Biz baba oğul uzlaşırız.”
Kadın aldırış etmedi, yerdeki pırıltıları gölgede bırakacak kadar ışık püsküren gözlerini delikanlının yüzüne dikti, iki parça kızıl yakutun otuz iki inciye dayanarak dile geldiği zehabını uyandıran billur bir eda ile yalvardı:
“Dalaşmayın, anlaşın, bir dost yüreği, yerinde bin hazineden daha çok işe yarar. Siz de iki üç akçe için yüreklerinizi değiştirmeyin!”
Hüseyin, sersem ve perişan, ona bakıyordu. Hayran hayran onu dinliyordu. Genç iradesine çelik bir ihtiras işleyen define şimdi bir moloz gibi yüzüne çirkin görünüyordu ve karşısında lahuti teraneler püsküren güzellik hazinesindeki rengi, nuru, ıtırı ölçmeye savaşıp bön bön yutkunuyordu.
O, kadının bekâr erkeklere ancak rüyada göründüğü bir devre mensuptu. Henüz evlenmemiş gençler o devirde dişinin kokusunu belki alırlar, lakin bu nefis ıtırın kaynağını hep örtülü görürlerdi. Hemen her bekâr erkek, ruhunda zulümat10 âlemlerine dalıp abıhayat arayan efsanevi insanların tahassürü yaşardı. Masallarda bu tahassür, acıklı bir hüsran ile nihayetlendiği gibi hakikatte de kadın iştiyakı müspet bir netice vermezdi. Bekârların çoğu kadın elinden içilen aşk zemzeminin tadını bilmezdi. Vaizler, cehennemi ağızlarında dolaştırarak; asesler, subaşılar, kadılar baskın, tomruk, falaka ve recm cezalarını sokak sokak gezdirerek kadından aşk kevseri içmek isteyenlerin ödlerini koparırlardı. Bu yüzden memnu aşklar kahramanlık mevzusu oluyordu ve âşıkların menkıbeleri dillerde dolaşıyordu.
Hüseyin de kadını buluta sarılı meçhul bir yıldız gibi daima örtülü görenlerden biri idi. Anasının, kız kardeşlerinin ve mahremlerinin şahıslarında bir kadın simasının nasıl olabileceğini, bir kadın sesinin nasıl bir tınnet taşıdığını görmüş ve duymuştu. Lakin aşk kadınının ne yüzünü görmüş ne sesini işitmişti. Ondan ötürü Seher’e bakarken, Seher’i dinlerken beyninin bütün hücreleri yerinden oynuyor, yüreğinin altı üstüne geliyordu.
Onda, yalnızlığa mahkûm bir ömrün uzun ve yetim uykularından birini bitirip de gözünü açtığı zaman yanı başında Havva’yı görerek beşeriyetin ilk kutsi heyecanını duyan Âdem şaşkınlığı vardı. Din kitaplarında bir rivayet olarak okunan bu ezelî hayranlık Hüseyin’in masum benliğinde bir hakikat olmuştu ve genç adam, tabiatın insanlara layık gördüğü en büyük hazza -fakat şaşıra şaşıra- kavuşuyordu.
Seher, şuurlu bir ateş hâlindeydi, nereye temas ettiğini ve nasıl bir yangın tutuşturduğunu seziyordu. Aynı zamanda mesut bir gurura kapılmıştı. Genç ve bakir bir kalbe alev dökmekten sevinç duyuyordu. Lakin vaziyetinin nezaketini de unutmuyordu. Para hırsıyla kocalık duyguları arasında bocalayan eşinin bir lahzada tekevvün etmek üzere bulunan sevda âlemine karşı kayıtsız kalamayacağı belliydi. Onun için gözlerinin ışığını Hüseyin’in üzerinden çekerek Kara Süleyman’a döndü.
“Haydi…” dedi. “Paylaşın. Benim de payımı verin!”
Kadın,
9
Tekevvün etmek: Meydana gelmek, olmak. (e.n.)
10
Zulümat: Karanlıklar. (e.n.)