Rüzgârın Kızı Anne. Люси Мод Монтгомери

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Rüzgârın Kızı Anne - Люси Мод Монтгомери страница 3

Жанр:
Серия:
Издательство:
Rüzgârın Kızı Anne - Люси Мод Монтгомери

Скачать книгу

dedim uysalca. Bunun üzerine bizi derhâl oturma odasına yönlendirip orada bıraktı. Oldukça güzel küçük bir odaydı. Oda biraz kalabalık olsa da sessiz ve dostane havası beni kendine çekti. Her bir mobilya, kendine ait bölgede yıllarca durmaktaydı belli ki. Bir de öylesine parlıyorlardı ki! Satın alınan hiçbir cila böylesi bir ayna parlaklığı sağlayamazdı. Bunun Rebecca Dew’ün alın teri olduğunu biliyordum. Şömine rafındaki içinde gemi bulunan bir şişe Bayan Lynde’in fazlasıyla ilgisini çekmişti. Geminin şişenin içine nasıl girdiğine akıl sır erdiremiyordu. Ancak eve “denizci” havası verdiğini düşünüyordu.

      Ve “dullar” geldiler. Onlardan hemencecik hoşlandım. Kate teyze, uzun boylu beyaz saçlıydı. Biraz da ciddi görünüyordu. Tam olarak Marilla’nın tipindeydi. Chatty teyze ise kısa boylu, zayıf, beyaz saçlı ve bir parça da hüzünlüydü. Zamanında çok güzel olsa da güzelliğinden geri kalan sadece gözleriydi. Çok güzeldi gözleri. Yumuşak, iri ve kahverengi…

      Sebebi ziyaretimi açıkladım ve dullar birbirlerine baktılar.

      “Rebecca Dew’e danışmalıyız.” dedi Chatty teyze.

      “Kesinlikle.” dedi Kate teyze.

      Böylece Rebecca Dew’ü mutfaktan çağırdılar. Kedi de onunla birlikte geldi. Kocaman, pofuduk bir Malta kedisiydi. Göğsü ve boynu beyazdı. Onu okşamak istesem de Bayan Braddock’un uyarısını hatırlayıp görmezden geldim.

      Rebecca en ufak bir tebessüm belirtisi göstermeden bana baktı.

      “Rebecca.” dedi Kate teyze. Anladığım üzere kelime israfından hoşlanmıyordu. “Bayan Shirley burada pansiyoner olarak kalmak istiyor. Onu alabileceğimizi zannetmiyorum.”

      “Neden ki?” diye sordu Rebecca Dew.

      “Senin için zor olmasından korkuyorum.” dedi Chatty teyze.

      “Ben zora çok alışkınım.” dedi Rebecca Dew. Bu isimleri birbirinden ayıramazsın Gilbert. İmkânsız bir şey bu. Yine de dullar bu imkânsızı gerçekleştiriyor, konuştukları sırada ona “Rebecca” diye hitap ediyorlardı. Bunu nasıl başardıklarını anlayamıyorum.

      “Gençlerin gelip gitmesini kaldırabilmek için fazla yaşlıyız.” dedi Chatty teyze.

      “Kendi adına konuş.” diyerek ani ve keskin bir cevap verdi Rebecca Dew. “Ben sadece kırk beş yaşındayım ve tüm kuvvetim yerinde. Ayrıca evde genç bir kimsenin uyumasının güzel bir şey olduğunu düşünüyorum. Bir kız her zaman bir erkekten daha iyidir. Erkek dediğin gece gündüz sigara içer, yataklarımızı yakar. İlla ki bir pansiyoner alacaksanız benim tavsiyem bu kızı almanızdır. Ama tabii burası sizin eviniz.”

      Bunları söyledikten sonra kayboldu. Homer’ın görüş bildirmekten zevk alması gibiydi. İşin olduğunu artık biliyordum. Ancak Chatty teyze odama gidip uygun olup olmadığını görmemi istedi.

      “Sana kule odasını vereceğiz canım. Misafir odası kadar büyük değil. Ancak kışları soba kurmak için bacası var ve manzarası çok daha iyi. Oradan eski mezarlığı görebiliyorsun.”

      Bu odayı seveceğimi biliyordum… “Kule odası” ismi bile bende hoş bir ürpertiye sebep oldu. Eski günlerimizde, Avonlea Okulunda öğrenciyken söylediğimiz o şarkıyı hatırladım. Gri denizin yanındaki yüksek kulede yaşayan genç kızın şarkısını… Buranın çok güzel bir yer olduğunu anladım. Buraya merdiven sahanlığından sonra başlayan köşe basamakları ile çıkılıyordu. Oldukça küçük bir odaydı. Ancak Redmond’daki ilk yılımda kalmak zorunda olduğum o korkunç koridor odası kadar küçük değildi. İki penceresi vardı. Bir tanesi batıya bakan dam penceresi, diğeri ise kuzeye bakan çatı penceresiydi. Kulenin oluşturduğu köşede ise cumbalı bir pencere vardı. Pencere kanatları dışarı açılıyordu. Bu pencerenin altında da kitaplarım için raf vardı. Zemin yuvarlak, örgü halılarla kaplıydı. Büyük bir yatak, yatağın üzerinde de sayvan vardı. Yatağa serilmiş “yaban kazı” yorganı o kadar mükemmel bir düzgünlükte serilmişti ki burada uyuyarak bu düzenliliği bozmak yazık olurdu. Bir de yatak o kadar yüksek ki Gilbert, taşınabilir küçük merdivenlerle çıkılıyor, merdiven gündüzleri yatağın altına koyuluyor. Kaptan MacComber belli ki tüm bu düzeneği yabancı bir diyardan getirmişti.

      Bir köşede tatlı mı tatlı bir dolap vardı. Rafları beyaz süs kâğıdı ile çevrelenmişti ve kapılarına buketler çizilmişti. Pencere altındaki oturakta mavi renkte yuvarlak bir minder vardı. Tam ortaya öyle bir yerleştirilmişti ki kocaman mavi bir halka tatlısını andırıyordu. Bir de iki raflı yüz yıkama sehpası vardı. Üst raf, camgöbeği mavisinden lavabo ve sürahiye yetecek kadar büyüktü. Altta ise sabun kutusu ve sıcak su maşrapası vardı. Havlularla dolu, pirinç kulplu bir çekmece de vardı. İşte bu çekmecenin üzerini porselenden beyaz bir kadın figürü süslemekteydi. Figürün pembe ayakları ve yaldızlı bir kuşağı vardı. Altın saçlarında kırmızı bir gül vardı.

      Odanın tamamı mısır renkli perdelerden süzülen ışıktan dolayı altınla kaplanmış gibiydi. Beyaz duvarlarda nadir bulunan duvar süsleri vardı. Bu süsler dışarıdaki akçakavakların gölgelerinin içeri vurmasıyla oluşan şekillerden meydana gelmiş canlı duvar süsleriydi. Titrek hâlleriyle sürekli değişiyorlardı. Her nedense burası bana mutlu bir oda gibi geldi. Kendimi dünyanın en zengin kızı gibi hissettim.

      “Orada güvenli olacaksın, o kadar.” dedi Bayan Lynde evden ayrıldığımızda.

      “Patty’nin Yeri’nde yaşadığımız özgürlükten sonra biraz kasılabilirim.” dedim ona sataşmak için.

      “Özgürlükmüş!” diye burun kıvırdı Bayan Lynde. “Özgürlük! O Amerikalılar gibi konuşma Anne.”

      Bugün bavullar ve eşyalarla geldim. Elbette ki Green Gables’dan ayrılmaktan nefret ettim. Ne kadar sık ve uzun süre oradan ayrı kalsam da tatil zamanı gelir gelmez hiç ayrılmamış gibi yeniden bir parçası oluveriyorum. Oradan ayrılmak da ruhumu parçalıyor. Ama burayı seveceğimi biliyorum. Burası da beni seviyor. Bir evin beni sevip sevmediğini her zaman anlarım.

      Pencerelerimden görülen manzara çok hoş. Karanlık köknar ağaçlarının çevrelediği ve dönemeçli, etrafı setlerle çevrili bir yoldan çıkılan eski mezarlık manzarası bile güzel. Batı penceresinden, limanın tamamı görülebiliyor. Hatta uzaktaki puslu kıyıları, çok sevdiğim küçük tatlı yelkenlileri ve “bilinmeyen limanlara” yol alan yolcu gemilerini görebiliyorum. “Bilinmeyen limanlar” ifadesi ne kadar da etkileyici! İçinde hayal gücüne fazlasıyla yer var. Kuzey penceresinden huş korusunu ve yolun karşısındaki akçaağaçları görebiliyorum. Benim ağaçlara taptığımı bilirsin. Redmond’daki İngilizce dersimizde Tennyson okurken, harap olan çamlarının ardından yas tutan Enone’a hüzünle eşlik etmiştim.

      Korunun ve mezarlığın ötesinde sevilesi bir vadi var. Vadinin âdeta kırmızı bir kurdeleden oluşan parlak yolu etrafını dönemeçleriyle çevreliyor. Yolun çevresine de beyaz pullar misali evler serpiştirilmiş. Bazı vadiler sevilesi oluyorlar. Nedenini bilmek mümkün değil. Sadece bakmak bile keyif veriyor. İşte bu vadinin ötesinde de benim mavi tepem var. Ona “Fırtına Kralı” adını verdim.

Скачать книгу