Zalimane Bir İdam Hükmü. Ebubekir Hâzim Tepeyran
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Zalimane Bir İdam Hükmü - Ebubekir Hâzim Tepeyran страница 4
[Eski Dâhiliye Nazırı Hâzim Bey’in İstanbul Birinci Örfi İdare Divanıharbi’nce gözaltına alınması Kuvayımilliye harekâtında yardımcı olmak sanıklığından ileri gelmiş olduğu verdiği dilekçe üzerine geçerli olan işlemden anlaşılmakla kararın sonucunu beklemesinin uygun bir şekilde kendisine bildirilmesi.]
Bugün akşamdan sonra Mahmut Sait Molla’nın Merkez Kumandanı’na giderek barakada hapsedilmek suretiyle hakkımda-özel işlemde bulunulmasının kesinlikle uygun olmadığını söyleyerek, merkez kumandanının oturduğu köşkün veya kapının sağ tarafında, köşkün bodrumunda hapsedilmem için ısrar ve Emin Bey’i tehdit ettiğini, pencerenin yanında bana görünmeyen bir subayın arkadaşıyla konuşmasından anladım.
Bir saat kadar sonra, Emin Bey tarafından gönderilen bir subay yanıma gelerek, bodruma indirileceğimi söyledi.
“Kumandan nerede?” dedim.
“Dışarıda kapının önünde.” cevabını verdi.
Hemen dışarıya çıkarak Emin Bey’i buldum ve yüksek sesle:
“Bir bodrumda hapsedileceğimi söylediler. Bu nasıl muameledir?” dedim. “Ben öyle bir yerde yaşayamam. Mutlaka öldürmek istiyorsanız beni sürükleyerek oraya götürebilirsiniz, isteğimle gitmem çünkü ölürüm, siz de katil olursunuz, kanuni bir sebep varsa kanunun tayin ettiği yerde tevkif edilebilirim.”
Merkez kumandanı:
“Orada (bodrumda) yalnız kalmayacaksınız.” dedi. “Ferik Hasan Rıza Paşa da size refakat edecek.”
“Bu refakat benim acılarımı hafifletmez ve kanunsuz tevkifin şeklini değiştiremez.” dedim.
Merkez Kumandanı, hayli tereddütten sonra, şimdilik bulunduğumuz barakada kalmamıza rıza gösterdi. Rıza Paşa yanıma getirildi; kendisiyle Manastır vilayetinde bulunduğum zamandan beri tanıştığımızdan, arkadaşlığımızdan memnun oldum. Rıza Paşa’ya da bir yol karyolası tedarik ederek karşı karşıya yattık; fakat uyuyamıyorduk. Gece yarısından sonra her ikimizde polis nezaretinde umumi hapishaneye bitişik kadınlar tevkifhanesine götürüldük. Bu binayı üç ay evvel görmüş, o zaman içinde bulunan 40 kadın için binayı yeterli bulmamıştım. Şimdi ise 250’den ziyade erkek tutuklularla doldurulmuştu. Rıza Paşa ile bana küçük bir oda tahsis edilmesinin teşekkürü gerektiren bir lütuf olduğunu sonra anladık. O gece hiç uyanmayarak uyudum; gözlerimi açtığım zaman sabah olmuş, güneş hayli yükselmişti. Derhâl kalkarak giyindim. Nasılsa içine düştüğü uçurumun derinliğini, sarplık derecesini anlamaya çalışan bedbaht bir yolcu ümitsizliğiyle, odanın kirli duvarlarına ve hatta aralıkları sayısız tahtakurusuyla dolu tavanına; pencereden kaderin yerden, gökten, bize nezaret hakkı verdiği sahaya göz gezdirdim. Tevkifhanenin önündeki on, on beş metrelik avluyu sınırlayan, alacalı manzaralı eski duvar; bu tarafta hayvani, nebati her ne varsa, havada ışıktan mahrum etmek başarısından memnun gibi kırık taşları, kireçleri dökülmüş delikleriyle sırıtarak gururla yükseliyordu. Avlunun sağ tarafındaki oldukça yaşlı bir akasya, her engele rağmen yaşayan ve büyüyen hürriyet fikri gibi, hayli uzun yılların sabır ve sebatıyla dallarını yükselterek havadan, ışıktan tabi hakkını alıyordu. Sultanahmet Cami’nin kubbelerinden bazılarının üst kısımları ve altı zarif minareden yalnız dördü, berrak, mavi bir semaya yükseliyorlardı.
Bu muhteşem caminin yanında nasıl olup da vücuda gelmek küstahlığında bulunduğundan dolayı II. Wilhelm Çeşmesi, utanmak ağırlığı altında ezile ezile alçalıyor, küçülüyor gibi yalnız sivri tepesini gösteriyordu. Tesis edildiği tarihten beri her ne maksada tahsis olunmuşsa, hiçbirinde muvaffak olamayan Adliye Dairesi, her hafta bu caminin minberinden yükselen “İnnallahe ye’mürü bi’l-adli ve’l-ihsan.” hitabına karşı yalnız kapısı üzerinde: “En tahkümü…” ayetini ve salonlarına, koridorlarına “El adlü esasülınülk.” ibaresini havi levhalarını asmanın pek sefil bir aldatma olduğunun farkına varmış gibi, caminin karşısında bir suçlu korkusu ile sararıyor, bu caminin mamur teferruatıyla Sultanahmet Türbesi’ni ve kısmen Ayasofya hamamlarının küçük, büyük kubbeleri ve medresenin birçok bacaları arasında iki ahşap ve harap evin kararmış kiremitlerle örtülü çatıları, kahreden hakikatler arasına karışan hayâsız yalanlara benziyor; çaldıkları eşya üzerine oturarak bir türlü kalkmak istemeyen çingene kadınlar gibi gasp olunmuş arsalar üzerinde titriyorlardı. Adliye Dairesinin batı yönünde, taze kiremitli çatısının bir ucu görünen yeni tevkifhane, şu anda içinde bulunduğumuz iğrenç hapishane sakinlerine vaat edilmiş bir yer cenneti gibi duruyordu. Kubbelerle ağaçlar arasından Büyükada’nın bir kısmı eflatuni ve şeffaf bir buhar tülü altında beliriyor, morlaşmış uzak dağ silsileleri önünde serilip yatan Göztepe ve civarı ile Fenerbahçe’nin bir kısmı, kenarındaki kule ile beraber tek boynuzunu muhafaza eden bir gergedan derisini andırıyordu. Uzak dalgaları fark edilemeyen Marmara’nın bazı yerleri, mezkûr binalar ve ağaçlar arasından yere düşmüş birer gök parçası gibi durgun görünüyorlardı.
Tevkifhanede art arda tanıştığımız tutuklular şunlardı:
Sabık Amasya Mutasarrıfı İsmail Hakkı, Aziz Samih, Eskişehir Mebusu Hacı Veli, Sabık Urfa Mutasarrıfı Nusret, Binbaşı Reşit, Adil, Cemal, İttihat ve Terakki kâtibi mesullerinden Gani Bey ve efendilerdi. Bulunduğumuz üst katta iki koğuşla küçük odada 90 tutuklu vardı; aşağıdaki iki koğuşla taşlıkta ise vapur kamaralarına benzer ikişer katlı yataklarda sardalya istifi gibi yatıyorlardı. Burada ilk muhatap olduğum söz, Hacı Veli’yi ziyaret için gelmiş olan Bursa tüccarlarından Kocabıçak’ın şu sözü oldu:
“Sıkılma Beyefendi, burası Hazreti Yusuf makamıdır.”
Kimin makamı olursa olsun iğrenç kokusu tahammül edilemez bir derecede idi. Bir kaç defa müfettişler, hekimler hatta İstanbul Valisi de gelip gittiği hâlde abdestlik ve bölmelerinin eksiklerini tamamlama ve avluda kim bilir ne zaman açılmış olan lağım deliğinin kapatılması imkânı bulunamamıştı.
Sayısız sabıkalı yankesicilerden, katillere kadar her türlü suç failleri ile dolan avluya inerek biraz nefes alma ihtiyacı bizi de bu sürüye karışmaya mecbur ediyordu. Fakat birkaç gün sonra alt kat koğuşlarında bir hastalık zuhur ettiğinden ve bulaşarak çoğaldığından avlu gezintilerinden vazgeçmeye mecbur olduk.
Yalnız Yıldız meselesine dair sorgulandığım gibi Divanıharp Reisi, bir gazeteye Yıldız Yağması’ndan dolayı tevkif edildiğim hakkında beyanatta bulunduğu hâlde, yukarılarda bahsedildiği üzere 20 Mayıs tarihli dilekçeme Divan’dan yazılan derkenarda tevkifim Kuvayımilliye harekâtında işe karışmış olmak zanlılığından ileri geldiği söylenmişken divanıharbin buna dair bir şey sormaması ve inadına “Esbak Dâhiliye Nazırı” denilmesi tuhaf bir maskaralıktır.
Tevkifhaneden bir hafta sonra evime, memurlar gönderilerek araştırma yapıldığını ve bütün kâğıt ve dosyalarımın divanıharbe nakledildiğini haber aldım. Üç gün sonra süngülü askerlerle bir subayın muhafazası altında divanıharbe celp olunarak, reisin yaverine mahsus odaya konuldum. Biraz sonra “Efe” lakabıyla bilinen bir divanıharp yardımcı üyelerinden Miralay Kâzım Bey geldi. Bu zat bana şefkatli nazarlarla bakıyor ve durumdan