Zalimane Bir İdam Hükmü. Ebubekir Hâzim Tepeyran
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Zalimane Bir İdam Hükmü - Ebubekir Hâzim Tepeyran страница 8
Müdafaanamenin sonunda dediğim gibi muhtelif rahatsızlıklarım ve umumi zaafım günden güne artmakta olduğundan muayene ettirilerek bir hastaneye naklimi, Harbiye Nezaretinden rica ettim.
Üç gün sonra iki hekim tarafından muayene edilerek hakikaten muhtelif hastalıklardan muzdarip ve bir an evvel tedaviye muhtaç olduğumu tasdik ettiler. Gümüşsüyü Hastanesi’ne gönderilmeme karar verildiğini gazetelerde yazdıkları hâlde, Divanıharp Reisi bir türlü uygun görmediğinden, Merkez Kumandanı Emin Bey’e bir tezkere yazarak, adı geçen hastaneye naklim tensip olunmuyorsa diğer birine hatta herhâlde bu murdar tevkifhaneye tercih edilir olmasını umduğum umumi hapishane dâhilindeki hastaneye naklimin bir an evvel yapılmasını, feci akıbetin vicdani mesuliyet azabından çekinmelerini rica ettim.
Bu talep Divanıharp Reisi’nin arzusuna uygun düştüğünden iki gün sonra mahkûm olmadan nakledildiğim umumi hapishane kapısından girerken kalbimi, o ana kadar hissetmediğim başka türlü bir hüzün istila etti. Ziyadece terli iken birdenbire soğuk bir havaya maruz kalmış gibi tüylerim ürperdi. Merdiveni terleyerek güçlükle çıkabildim. Bu kadar aksi ve uğursuz tesadüflerin müstesna bir lütfu olmak üzere hastanede boş yatak bulunmadığından veya hastane doktoru, memurları bana acıyarak hapishane memurlarına mahsus dairelerinin geniş, temiz ve Sultanahmet Cami ile baştan başa parka nazır bir odaya yerleştirildim.
Soldan Ayasofya Cami; dâhili ihtişamına rağmen harici çirkinliklerine uyması için kasten öyle yapılmış gibi duran minareleriyle, Eski Saray’ın kuzey cihetindeki bazı teferruatı, beyaz kulesi, bilmem ne münasebetle pembeye boyanmış olan eski kilisesi ve sağ taraftan büyük bir ağaç arkasında kalan Dikilitaş’ın iki metre kadar üst kısmı manzaraya dâhil oluyorlardı. Adliye Dairesi elleriyle yüzünü örtüp parmakları arasından bakan suçlu bir çocuk gibi, Sultanahmet türbesiyle hamamın kubbeleri arasına çekilerek yalnız ve kısmen bir penceresiyle Sultanahmet Cami’ne bakıyor. Kadın hapishanesinin açık lağımlı avlusuna mukabil parkın çimenleri, çiçekleri muntazam nakışlarla dokunup caminin önüne serilmiş büyük bir seccade gibi duruyordu.
İkinci Wilhelm Çeşmesi, bir tarafı küçük bir çınarla kapalı olduğu hâlde bu muhteşem sanat abidelerinin önlerinde, yeşil kubbeciği ile görünüyor. Sultanahmet Cami mesafe farkları nispetinde birbirinden daha küçülerek, daha incelerek yükselen altı minaresi, büyük, küçük, yarım birçok kubbeleriyle tamamen gözlerimin önüne seriliyordu.
Her ne kadar ben daima okumak veya yazmakla meşgul veyahut okuyamayarak, yazamayarak dalgın olduğum için ne bunları ne de yer yer harelenen mavi denizi; ne sabahları açık pembe, akşamları altın renkli bulutlar altında mavileşen, moraran uzak dağları ve eflatuni ince bir buhar tülüne bürünerek, ağaçların titrek dalları, yaprakları arasında zaman zaman peyda ve kaybolan adaları layıkıyla seyredebiliyordum.
Fakat her güzelin, özellikle bizim memlekette, bir değil bin türlü bozarı olduğu gibi bu güzel muhit birçok sebeplerle beni kızdırıyordu:
1- Parkın İkinci Wilhelm Çeşmesi’nden Ziraat Nezaretine doğru iki dikdörtgen parçalarını ayıran bölük birkaç metre daha ileride caminin büyük kapısı önüne getirilmesi lazım gelirken, büyük abideyi ihmal ederek onun karşısında, oyuncaktan başka bir vasfa şayan olmayan Tapu Dairesi’ni tercih eden mühendisin gafleti;
2- Hiç olmazsa bir bahçenin, bir çiçeğin, bir ağacın günün hangi saatlerinde sulanması faydalı olacağını bilecek kadar olsun malumatı bulunması umulan Ziraat Nezareti dairesinin önünde bulunan çimenlerin, çiçeklerin mutlaka güneş tam tepeye dikildiği bir zamanda sulanması;
3- Karşı taraftaki bakkalın, bu çimenleri tavuklarına mera yaparak pislettirmesi;
4- Caminin avlusu, duvarındaki pencerelerden bazılarının taşla kapatılmış olması;
5- Caminin, kim bilir ne zaman kırılmış camlarının tamir ettirilmeyerek sayısız güvercinlerin oralardan girip çıkarak caminin içerisini kirletmeleri;
6- Kütüphane ile cami avlusu ve türbe arasına sokulan mahut köhne evin çürüyüp dökülmeye başlamış bir tırtıl ölüsü gibi morarmış tahtaları, kararmış kiremitleri ile uzanıp durması gibi çirkin ihmaller, memleketimizde tecavüze mani bir kuvvet; maddi, manevi taarruzdan masun bir şey bulunmadığını pek açık gösteriyordu.
Bilmem, nereden, ne zaman gelip caminin ötesine berisine doldurulan esir askerlerimizin, avluda muhtelif rüzgâr cereyanlarına maruz paçavra yığınları gibi dağılıp toplanmaları pek acıklı idi.
Tevkifimden yedi sene önce “Memur” başlığı ile Fransızca yazdığım uzun bir manzumede, “İş başında bulundukça dikkatle takip ve her hâl ve hareketi gözlenen bir memur, azledildikten veya emeklilikten sonra Türkiye’de basılmak bahtsızlığına uğramış bir kitap gibi ihmal olunur.” demiştim. “Harpten avdet eden bir asker gibi ihmal olunur.” demiş olsam daha muvafık olurmuş. Cümlemizin kayıtsızca ihmalimize göre mesela: Son bir iki seneye kadar adı bile işitilmeyen bir Damat Ferit Paşa çıkarak ve bütün hukuk ve insanlık kaidelerini altüst ederek, “Divanıharp” namıyla bir haydut çetesi teşkil etmesine ve kendisine, diğer bir kimseye güya suikast tasavvurunda bulundukları isnadıyla masum insanlar astırmasına12 bir kimsenin bir şey demediği gibi, günün birinde başka bir paşa türeyip te bu muhteşem mabedi yıktırmaya kalkışsa memleketten bir fert meydana çıkarak: “Ne yapıyorsunuz?” demeye cesaret edemeyecek demek olur. Yazık! Yazık!
Haziran’ın 29’uncu günü divanıharbe götürüleceğim tebliğ olundu. Bu haberi getiren hapishane memuruna: “Görmüyor musunuz? Hasta ve yataktayım. Gelemeyeceğimi icap edenlere söylesinler.” dedim ve kendi kendime: “Hastaneye nakledildiğimi hatırlamadılar, daima benimle meşgul değildirler ya.” diye mırıldandım. Ertesi gün bütün vücuduma ilaçlar sürülerek yatarken hizmetçilerden biri:
“Bir zabitle askerler geldi, sizi divanıharbe götürmek istiyorlar.” dedi. Gidebilecek hâlde bulunmadığımı söylettirdim. Zabit beni zorla da olsa götürmeye memur olduğunu söylediği hâlde: “Ben gidemem, isterse gelsin sürükleyerek götürsün.” dediğim için avdet etmişti. Bir saat kadar sonra, hastalığın acilen tedaviye muhtaç olduğunu evvelce raporla tasdik eden askerî doktorla birlikte gönderilen Şükrü Mehmet ismindeki bir doktor nazikâne bir tavır ve lisanla:
“Beyciğim!” dedi. “Ben Divanıharp Reisi tarafından zor denilebilecek bir surette gönderildim, bu türlü rahatsızlıklar benim ihtisasım dâhilinde bile değildirler. Hâlinize bakılırsa hastasınız.”
Askeri tabip ise hastalığımı zaten biliyordu. Gittiler, fakat az sonra zabit gelerek:
“Araba getirdik. Hastalığa,
11
Sırası gelince tafsil edileceği üzere iffet ve samimiyetiyle meşhur Abdurrahman Paşa merhumun Kastamonu, İzmir ve Edime vilayetlerinde ve İstanbul’da bulunduğum uzun senelerde kendisiyle iki kardeş gibi yaşadığımız alicenap oğlu Damat Arif Hikmet Paşa, düçar olduğum bu beladan ve nihayet idamdan beni kurtarmak için cidden pek dostane çalıştığı gibi müdafaanamenin suretini de bizzat padişaha vermişti.
12
Tevfik Sükûti ve arkadaşları böyle garip bir cürüm, yani suikast cürmüyle idam olunmuşlardı.