Billur Kalp. Hüseyin Rahmi Gürpınar
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Billur Kalp - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 4
Ahmet Necmi: “Öyledir! Kimi kez pantolonumun cebini belki bir kırıntı kalmıştır hülyasıyla derinden derine karıştırmak için el salarım. Dediğin olur…”
Ali Fikri: “Biz şu aralığın tahta kaplamalarını tebeşirle donatmadıkça kahve değiştirmeyiz…”
Ahmet Necmi: “Biz kasaba da bunu yaparız, bakkala da, ekmekçiye de…”
Ali Fikri: “Aftosa da, piyosa da…”
Ahmet Necmi: “Hükûmet vermezse elbet geçim piyasası tıkanır. Halk esnafın, esnaf tüccarın, iskambil kâğıdı gibi herkes birbirinin üzerine devrilir. Başka ne yapabilirsin? Çalmak yasak kaime7 yapmak yasak; eski mundar kâğıt paraları kırpıp bahçeye eksen filizlenmezler…”
Saim İzzet: “Para olsun da eski olsun, mundar olsun razıyım fakat bugünlerde elime beni doyuracak kadar geçmiyor. Ne kadar paramparça olsa arkasına bir tükürük, üzerine bir kâğıt, rast geldiğine dayarsın gider. O da başkasına geçirir… Dünya böyle döner…”
Ali Fikri: “Bu kaimeleri imzalayanların adları en çok bu kâğıtlar üzerinde kirlendi. Berbat oldu. Şöhretlerine bulaşmayan pislik, mikrop kalmadı.”
Yamak Tosun, elinde küçük bir fincan tabağı içinde nişasta ile pudralanmış lokumcukları getirir, masanın kenarına kor.
Saim İzzet: “Ulan, lokum böyle mi getirilir?”
Tosun, çatık, süzgün bir bakışla: “Nasıl getirilir?”
“Hani bunun altında bir tepsi? Hani yanında iki bardak su?”
“Burası gazino değil…”
“Evet burası gazino değil… Burası öyle berbat bir yer ki… Hele şu ellerinin pisliğine bak. Habeş eli mi? Beyaz eli mi? Belli değil… Cadı tırnaklarının arasına oklava gibi kir dolmuş. Bakkal çırağı mısın? İşkembeci yamağı mı? Kahveci mi? Bu iğrenç ellerinin sürüldüğü şeyleri hiçbir mide kabul etmez. Lokumları bu salyangoz parmaklarınla mı tabağa koydun?”
Tosun, bir yadırgayışla ağzını çarpıtarak: “Ayağımla koyacak değilim ya…”
“Ulan hayvanoğluhayvan, lokumu şişe kavanozun içinden bir maşa yahut çatal ile alırlar. Tabağa öyle koyarlar…”
“Maşa ile sabahleyin sıçan tuttuk… Çatal gâvur icadıdır. Müslüman kahvesinde bulunmaz… Ustam sofudur. Çatal meyhanelerde olur. Bak iki adım ötede cami-i şerif var…”
“Ulan senin ne mal olduğunu bilmez miyim? Şimdi bana Müslümanlık mı satacaksın? Pisliğin adını sofuluk mu koyacaksın? Ustanı, hele seni hiç camide gören var mı?”
“Oraya senin gittiğin var mı ki beni göresin? Biz ustamla camiye gidemez isek de günde birkaç defa abdesthanelerine uğrarız.”
“Tuhhh mundar. Ellerin böyle berbat… Bari suratın bir parça temiz olsa… Ağzın burnun kahve telvesi içinde… Fincanları yalayarak mı temizleniyorsun? Ne yapıyorsun?”
Tosun, kısık bir kahkaha ile: “Su bulunmadığı yerde teyemmüm caizdir… Bilmez misin sen? Ben böyle soytarı gibi yüzümü gözümü telvelemesem hâlim yaman olur…”
“Neden ulan?”
“Şehir çocuğusun; şıp diye lafın babafingosuna fırlamalısın. Akşamları burası sarhoş uğrağıdır. Tuvaletli suratla gezinirsem Meryem Ana gibi birbiri arkasına beni öpmeye kalkarlar… Böyle Şafii köpeği süratiyle dolaşıyorum da ellerinden zor kurtuluyorum. Yatsıdan sonra sulanan sulanana… Ak sakallı Hacı Raif’ten ne umarsın? Bir akşam kahveyi tenha bularak beni ihtiyar kollarıyla şu aralıkta karmanyolaya8 getirmek istedi. Dizimi göbeğine koydum. Sıkıca bir çelikledikten sonra, ‘Baba, ak sakalından utanmıyor musun?’ dedim. Cüzdanını açtı. Benim için öyle yepyeni bir kâğıt lira hazırlamış ki…”
Öbür köşeden: “Tosun, az şekerli bir kahve yap…”
“Yapalım… Zaten şimdi ağdalı içen kalmadı ki…”
Saim İzzet, yamağın arkasından bağırarak: “Ulan yeni lirayı görünce ne yaptın?”
“Geç canım yürü… İhtiyarın fikri başka imiş… Kendi ırzıma leke getirmeden lirayı hak ettim. Şimdi bir tek zanaatla geçinilmiyor. Fakat… Çakarsın a? Laf aramızda… Herkesin esrarı kendine…”
Ali Fikri yavaşça: “Edepsiz hayta, hacıyı lekeliyor…”
Ahmet Necmi: “O herif de ne sinsidir… Gençliğinde Şam’da bulunmuş, buraya aykırı bir ahlakla dönmüş… Bize ne günahkârlık bulaşırsa bu mübarek ülkelerden gelir… Hacıyı torunu yerindeki bir oğlanla şakalaşırken kaç defa gördüm. Böyle pise yüz verilir mi?”
Saim İzzet: Hacıyı görünce söyleyeyim… Arkasından ne kirli taşlar fırlatıldığını bilsin…”
Ahmet Necmi: “Hacıda o yeni liralar, Tosun’da bu ahlak varken ne söylesen para etmez… İş yine tıkırında gider. Ahlakı bozuk ihtiyarlar, böyle düşkünlüklerde gençliği gölgede bırakıyorlar…”
Ali Fikri, göğsünü ileriye kabartıp kollarını geriye vererek tatlı tatlı gerine gerine: “Canım hacıyı Tosun’u bırakınız şimdi. Bilirsin midesine, ötekinin de suratına… Biz kendi dalaveremize bakalım… Bugünlerde çok açlığım var… Canım öyle bir karı istiyor, öyle bir karı istiyor ki…”
Saim İzzet, aynı tatlı gerinme ile gözlerini bayıltarak: “Nasıl karı?”
“On sekiz yaşında, dolgunca vücut bir afet… Hani ya incecik elbisesi art davlumbazının ortasında derin ve uzun bir çizgi çizer… Her adım atışta bu yuvarlak kısım iki kalçaya doğru bıngıl bıngıl gider gelir…”
Saim İzzet, Ali Fikri’nin iki küreği arasına bir yumruk aşk ederek: “İşte ona Havva Ana değirmeni derler. Hazreti Âdem’in unu orada öğütüldü.”
“Ooof be arkamı çökerttin. Havva Ana’mızın o bıngıl değirmeniyle birlikte senin de galiba fena hâlde başın, zihnin, aklın dönmüş.”
“Ne dersin kardeşim… Şimdiki jarseler, krepler, o püften ipincecik kumaşlar körpe kadın vücutlarının kuytu yerlerine öyle sokuluyorlar ki bu fanteziye dokumalarda çok duygulu bir zampara ruhu bulunduğuna insanın hükmedeceği geliyor…”
3
Ahmet Necmi saatine bakarak: “Ona geliyor. İzzet, seni yazıhanede beklemezler mi?”
“Beklerler. Ne çıkar ondan!”
7
Kaime: Kâğıt para. (e.n.)
8
Karmanyola: Şehir içindeki ıssız yollarda ölümle korkutarak yapılan soygunculuk. (e.n.)