.
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу - страница 13
Feylesof: “Kavga, dövüş, gürültü istemem.”
Ali Şeref: “Emin olunuz kimsenin burnu kanamayacaktır.”
Feylesof: “Bu iki yobazın arkasında belki bütün bir mahalleli vardır.”
Ali Şeref: “İsterse bütün İstanbul ahalisi olsun. Halk çok tuhaftır. Kendi fikirlerine uymayan hakikatlere kızar, ama tabii olmayan hadiseler karşısında apışır kalır.”
Feylesof: “Tabiinin dışında ne yapabileceksiniz? Anlayamıyorum.”
Ali Şeref: “Siz o gece, uzun pardösünüzü, kasketinizi, pantolon, ayakkabı, yani bütün kıyafetinizi bize ödünç vereceksiniz.”
Feylesof: “Benim kılığıma gireceksiniz demek.”
Ali Şeref: “Anladığınız gibi efendim…”
Feylesof: “Ya sakalımı size nasıl eğreti verebilirim?”
Ali Şeref: “Komedyalardakiler, oyuncuların kendi sakalları değildir. Bilirsiniz ki, sekiz on kuruşa bundan bir tane edinilebilir.”
Feylesof: “Sakalı amma da ucuzlattınız ha!”
Ali Hulki Bey gülerek: “Bu mübarek şeyin modası savdı!”
Feylesof: “Evet, yalnız hahamlarda, papazlarda, hocalarda kaldı.”
Ali Hulki Bey daha geniş bir gülüşle: “Unutmayınız, bir de keçilerde…”
Feylesof: “Belki bir de umacılarda…”
Ali Hulki Bey: “Evet, sakal bu kadar korkunç bir şey oldu.”
Ali Şeref: “Kederlenecek bir şey değil. Keskin bir ustura, otuz yıllık sakalı beş dakikada surattan sıyırıp atabilir.”
Feylesof: “Nice yıllanmış sakalların ustura kazıntısına uğradığını gördüm. Çıplak kalmış bu yüzlerin ilk bakışta sahiplerini tanımak mümkün olmadı.”
Vahit: “Baba, bütün suratlar saçkırana uğramış gibi cascavlak olduk. Sizinki sizde dursun. Biz onun bir ucuzunu alırız. Oynayacağımız komedyaya müsaadenizi rica ediyoruz.”
Feylesof: “Biz, maymun meselesinden halkça fena hâlde mimlendik. Başıma bir ikinci gürültü çıkarmayınız da ne isterseniz yapınız.”
15
Sofular’ın ıssız, yarı viranelik, karanlık yan sokaklarında gece saat on bire doğru karaltılar dolaşıyor. Enis Buharî ile Ruşen Zamir… Feylesofu taşlayacaklar. Onun akşamdan Şeyhülislam Gıyasettin Efendi’nin konağına gittiğini görmüşler. Şimdi oradan dönüşünü bekliyorlar. Gece ilerledikçe etrafın ıssızlığı daha artacağı için taşlamanın bu zamana bırakılmasını uygun görmüşler.
Karanlıkta ele uygun taş bulması güç… Gündüzden bunların irili ufaklılarıyla ceplerini doldurmuşlar. Bir köşebaşını siper alarak gözler tetikte, kulaklar kirişte bekliyorlar.
Enis Buharî, Ruşen Zamir’in kulağına usulca fısıldıyor: “Cebine kaç taş doldurdun?”
“Yedi…”
“Pek az…”
“Ya seninki?”
“Kırk bir…”
“Merak etme… Benim ihtiyat cebimde de sayısız var.”
“Bak ben bunu akıl edemedim.”
“Yedi, tek sayıların mübareği olduğu için onları sağ cebime sayı ile koydum.”
“Ben kırk biri tüketirsem, bana senin sayısızlarından verir misin?”
“İstediğin kadar…”
“Herifin vücudunu kalbura çevireceğiz…”
“Kendi cetbecet maymunluğunu âleme bulaştırmanın cezasını görsün.”
“Böylesi taşlanır doğrusu…”
“Besmeleyi çeker, birbiri arkasına yapıştırırız.”
“Ta bayılıp da yere düşünceye kadar…”
“Onu delik deşik ettikten sonra tabanları kaldırırız.”
“Karanlıkta taş atan eli kim görecek?”
“Kim vurduya gider.”
“Pist.”
“Sus…”
“Geliyor…”
Karanlığın ortasında feylesofun cübbemsi paltosu, keçisakalıyla hayal meyal şekli seçilir. Yürümez, durur. Şöyle söylenir: “Âdem babamızın insanlaşan bir orangutan olduğunu Doktor Fuhbrott, Schwalb, Klaatsch (uydurma adlar) ispatladıktan sonra buna kim ses çıkarabilir? Eski şeyhülislamı da sonunda kendi inandığıma aşıladım. Bazı memleketlerde maymun ilah tanılır, mukaddestir. Niçin? Kan kaynadığı için…”
Bu kâfirce küçük nutkun heyecanıyla âdeta kendilerini unutan iki yobaz eskisi, arkalarında neler olduğuna dikkat edemeyerek ellerini ceplerine soktular. Taşları çıkardılar. Titreyerek besmelelerini çekip de mermilerini fırlatacakları sırada, karanlıkta birdenbire ortaya çıkan bilinmeyen bir kuvvet, ikisinin de kollarını arkaya sıkı sıkıya çaprazlayıverdi. Çarmıha gerilmiş gibi kımıldayamaz oldular. Neye uğradıklarını kestiremediler. İki sıcak soluk enselerini ısıtıyordu. Ellerine düştükleri kuvvetlerin ne olduğunu anlamak için başlarını biraz arkaya çevirip de geceden daha karanlık korkunç iki şeytan suratı görünce, dizlerinin bağları çözüldü. Dişlerini birbirine çarptıran bir sıtmaya tutuldular.
Bu sırada karanlığın ortasından bir kahkaha koptu. Arkasından, Faust operasının Mefistofeles havası duyuldu. Bu nağmeler kuvvetli bir ıslıkla öttürülüyordu. Gerçi yobazların bu opera ile hiç tanışıklıkları yoksa da karanlıklara saçılan o şeytan nağmeleri üzerlerinde tuhaf bir tesir yapıyordu.
Feylesof bu hava ile soyunmaya başladı. Başından kasketini, suratından sakalını, sırtından paltosunu attı. Ortaya, komedyalarda görülen iki uzun boynuzlu, kırmızı dilli, yukarıdan aşağıya kapkara bir şeytan çıktı. Etrafa avuç avuç alev saçıyor, o aydınlıkla bunlar seçiliyordu.
Feylesof rolünü oynayan Ali Şeref’ti, yobazların kollarını arkalarına kıvıranlar da aynı şeytan kıyafetinde Vahit ile İsneyn idiler. Saçılan ateşler de alev gibi görünüp de yakmayan bir nevi kimya terkibiydi.
Yobazların kolları tutulmuş ise de dilleri söylüyordu.
Biri, ötekinin kulağına eğilerek: “Aman hocam, bu ne inanılmaz hâldir. Eliyazübillah maymun