İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar. Стефан Цвейг

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar - Стефан Цвейг страница 8

Жанр:
Серия:
Издательство:
İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar - Стефан Цвейг

Скачать книгу

bulacağını törenle bütün dünyaya ilan etmek üzere gemilerden biriyle gider.

      Barış Ayini

      O aralık gününün görkemli gösterisi: Bir zamanlar, bugün artık hayal bile edemeyeceğimiz mermer, mozaik ve pırıl pırıl parlayan değerli eserlerin bulunduğu o camide, o eşsiz güzellikteki bazilikada, barışın büyük kutlaması yapılır.

      İmparatorluğundaki bütün makam sahiplerini çevresine toplayan Konstantin, krallık tacı ile iki kilise arasında varılan bu ebedî barış antlaşmasına bağlı kalacaklarını göstermek için en yüksek makamdaki tanık ve kefil olarak gelir.

      Sayısız mumun aydınlattığı bu dev salon, hıncahınç doludur; Roma Katolik Kilisesi elçisi olarak Isidorus ile Ortodoks Patriği Gregorius, mihrabın önünde kardeşçe dururlar; bu kilisede ilk defa dua ederken yine Papa’nın da adı anılır. Aziz Spiridon’un naaşı, barışmış iki kilisenin görevlileri tarafından törenle taşınırken ilk defa Latince ve Rumca söylenen dinî şarkılar aynı anda bu ebedî katedralin kubbelerine yükselir. Doğu ile Batı, iki ayrı inanç, ebediyen birleşmiş gibi görünür ve nihayet yıllar yıllar süren canice kavgalardan sonra Avrupa’nın düşündüğü gibi bir Batı fikri gerçekleşir.

      Ancak tarihte mantık ve barış zamanları geçicidir. Henüz kilisede bu insanların okudukları dua sesleri birbirlerine karışırken dışarıdaki bir manastır hücresinde Bilge Rahip Gennados, Latinlere ve gerçek inanca ihanet edenlere karşı harekete geçer. Daha barış bağları henüz sağlamlaştırılmadan fanatizm onları yine koparmıştır ve Rum papazların gerçek bir boyun eğişi düşünmeyişi gibi Akdeniz’in diğer ucundaki dostları da söz verdikleri yardımı unuturlar. Gerçi birkaç kadırga ile birkaç yüz asker gönderirler ama daha sonra şehir tamamen kendi kaderine terk edilir.

      Savaş Başlıyor

      Diktatörler savaşa hazırlanırken tamamen hazır olmadan önce sürekli barıştan bahsederler. Mehmet de tahta çıktığında İmparator Konstantin’in gönderdiği temsilcilerini en nazik ve rahatlatıcı sözlerle kabul eder; alenen ve törenle Tanrı’nın, onun peygamberinin, meleklerin ve Kur’an’ın üstüne yemin ederek Basileus ile yaptığı antlaşmalara sadık kalacağını söyler.

      Ancak diğer taraftan da Macaristan ve Sırbistan’la üç yıllık bir tarafsızlık antlaşması yapar; şehri rahatça ele geçirmek adına kendisine gerekli olan üç yıl için. Ancak sonra Mehmet, yeterince barış sözü verdikten ve barış yemini ettikten sonra, antlaşmayı bozarak savaşı başlatır.

      O zamana kadar İstanbul Boğazı’nın sadece Asya Yakası Türklere aitti ve böylece Bizans gemileri hiçbir engelle karşılaşmadan boğazdan Karadeniz’e geçip hububat ambarlarına gidebiliyorlardı. Mehmet, geçerli bir sebep göstermeye bile gerek görmeden bir zamanlar Pers seferleri sırasında cesur Kral Xerxes’in boğazı geçtiği yere, Avrupa kıyısındaki Rumelihisarı’nın olduğu, Boğaz’ın bu en dar yerine, bir kale yapılmasını emrederek bu geçidi kapatır. Bir gecede binlerce ve on binlerce toprak işçisi, antlaşmalara göre yerleşilmemesi gereken Avrupa kıyısına yerleştirilir (Ancak zorla yapılan anlaşmalar neye yarar?) ve bu insanlar geçinebilmek için çevredeki tarlaları yağmalar, gözetleme kalesinin inşaatına taş sağlamak amacıyla sadece evleri değil, eski meşhur St. Michael Kilisesi’ni de yıkarlar. Sultan, gece gündüz hiç dinlenmeden hisarın yapımını bizzat yönetir ve Bizans, hukuka ve antlaşmalara aykırı olarak Karadeniz’e çıkış özgürlüğünün yok edilişini baygınlıklar geçirerek seyretmek zorunda kalır.

      O zamana kadar serbest olan denizi geçmek isteyen gemiler barış anlaşmasına rağmen topa tutulur ve bu başarıyla sonuçlanan ilk güç gösterisinden sonra Mehmet’in artık başka yalanlar söylemesine gerek kalmaz. 1452 Ağustos’unda Mehmet, bütün ağalarını ve paşalarını çağırır; onlara açık açık amacının Bizans’a saldırıp ele geçirmek olduğunu anlatır. Korkunç kararın duyurusu hemen yapılır; bütün Osmanlı İmparatorluğu’na eli silah tutan herkesin cepheye çağrıldığını bildiren haberciler gönderilir ve 5 Nisan 1453’te aniden oluşan bir sel gibi, Bizans’ın önündeki düzlükten neredeyse şehrin surlarına kadar büyük bir Osmanlı ordusu belirir.

      Sultan ihtişamlı kıyafetleriyle askerlerinin başında, çadırını Lyka Kapısı’nın önüne kurmak için atını sürer. Ancak ana karargâhının önünde sancağını dalgalandırmadan önce seccadesini yere açmalarını emreder. Çıplak ayaklarıyla, yüzünü Mekke’ye dönüp üç defa alnı yere değene kadar eğilir ve arkasında -harika bir gösteri-on binlerce insan ve bir o kadar da ordusunun askeri aynı şekilde, aynı yöne doğru hareket edip kendilerine güç ve zafer vermesi için Allah’a aynı duayı söyler. Sultan ancak bundan sonra ayağa kalkar. Alçak gönüllü hâlinden yeniden meydan okuyan tavrına, Allah’ın kulu olmaktan komutan ve asker olmaya döner ve o anda “tellalları” davul ve zurna sesleriyle bütün karargâhı dolaşıp duyurur: “Şehrin kuşatılması başlıyor.”

      Surlar ve Toplar

      Bizans’ın artık tek bir gücü ve kuvveti vardır: Surlar. Bu büyük imparatorluğun geçmişte bütün dünyaya yayılan mutluluğundan miras olarak sadece bu surlar kalmıştır. Şehrin üçgeni üç katlı bir zırh tabakası ile çevrelenmiştir. Alçak ama sağlam taşlardan yapılmış ve hâlâ dayanıklı surlar, şehrin Marmara Denizi’ne ve Haliç’e karşı olan iki kanadını korumaktadır; buna karşı dev bir göğüs siperi olarak Theodosius Surları da şehri açık araziye karşı korur. Konstantin daha önceden olabilecek tehlikelere karşı Bizans’ı zamanında surlarla kuşatmış, Justinianus da bu surların yapımına ve sağlamlaştırmasına devam etmişti ancak ilk olarak yedi kilometrelik uzunluğu olan kaleyi -bugün hâlâ sarmaşıkların kapladığı kalıntıların ispatladığı gibi- asıl sağlamlaştırma işi, Theodosius’un eseridir. Mazgallar ve burçlarla süslenmiş, hendeklerle ve kocaman dikdörtgen kulelerle korunan, çift veya üç paralel sıra olarak inşa edilmiş ve binlerce yıl boyunca gelmiş geçmiş bütün imparatorlar tarafından sürekli eklemeler yapılmış ve yenilenmiş bu surlar, o zamanlar zapt edilemezliğin mükemmel bir sembolüydü.

      Bir zamanlar barbarların azgın saldırılarına ve Türklerin savaş birliklerine karşı başarıyla göğüs germiş bu dikdörtgen taşlar şimdi de o zamana kadar bulunmuş tüm savaş silahlarına karşı alay eder gibiydi; koçbaşları kendileri parçalanana kadar vurmakta hatta diğer tüm aletler ve havan topları bile bu surlar karşısında etkisiz kalmaktaydı. Avrupa’nın hiçbir şehri, bu Theodosius Surları sayesinde İstanbul’un korunduğundan daha iyi ve sıkı korunmuyordu.

      Mehmet, bu surları ve sağlamlıklarını herhangi birinden daha iyi biliyordu. Geceleri uyumadığı ve rüyalarında, aylardan ve yıllardan beri düşündüğü tek şey vardı: Bu ele geçirilemeyenleri nasıl ele geçirebileceği, bu yıkılamayanları nasıl yıkacağı. Masasının üzerinde surları, çatlaklarını, ölçülerini gösteren çizimler yığılmaktaydı, surların önündeki ve arkasındaki her kabartıyı, her çukurluğu, her su yolunu bilmekte ve mühendisleri ile birlikte her bir ayrıntıyı gözden geçirmekteydi. Sadece hayal kırıklığı: Her şeyi hesapladıktan sonra, o zamana kadar kullanılan silahlarla Theodosius Surları’nın yıkılamayacağını anlamışlardı.

      Öyleyse daha güçlü toplar yapılmalıydı! O zamana kadar savaş sanatında bilinenlerden daha uzunları, daha uzağa ulaşanları, daha güçlü ateş edenleri! Şimdiye kadar kullanılanlara göre

Скачать книгу