Grimm Masalları. Братья Гримм
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Grimm Masalları - Братья Гримм страница 43
Daha sonra İki Göz, içi rahat bir şekilde fıçının altından çıkmış ve şövalye onun güzelliğine şaşırarak: “Sen, İki Göz, gerçekten benim için bir dal koparabilir misin?” diye sormuş. “Evet.” demiş İki Göz. “Ağaç bana ait olduğu için kesinlikle yapabilirim.”
Sonra ağaca tırmanmış, kolaylıkla gümüş yapraklı ve altın meyveli dalı koparıp şövalyeye vermiş. Şövalye ona: “İki Göz, ne istersin benden bunun karşılığında?” diye sormuş. “Yazık bana.” demiş İki Göz. “Sabahın ilk saatlerinden, gecenin geç saatlerine kadar açlık, susuzluk ve keder içinde acı çekiyorum. Eğer beni yanında götürür ve bunlardan kurtarırsan mutlu olurum.”
Böylece şövalye İki Göz’ü atına almış; onu evine, babasının şatosuna götürmüş; ona güzel elbiseler almış ve istediği kadar et ile içecek vermiş. Sonra da ona âşık olduğu için dillere destan bir düğünle evlenmiş.
İki Göz, yakışıklı şövalye tarafından götürüldüğünde iki kız kardeşi hasetlerinden çatlamışlar. “Bu muhteşem ağaç, yine de bizimle birlikte.” diye avunarak: “Her ne kadar biz meyvelerini toplayamasak da herkes bu ağacı seyredecek, bize gelecekler ve hayran olacaklar. Kim bilir bizi ne güzellikler bekliyordur…” diye düşünmüşler. Ancak ertesi sabah ağaç kaybolmuş ve bütün umutları sönmüş, gitmiş. İki Göz ise küçük odasının penceresinden her baktığında ağacı gördüğüne çok mutlu olmuş çünkü ağaç hep onu takip etmiş ve camının önünde durmuş.
İki Göz hep mutlu yaşamış. Bir keresinde, iki kadın kalesine gelip sadaka istemiş. İki Göz onlara bakıp kim olduklarını hemen anlamış, bu gelenler kız kardeşleriymiş. Tek Göz ve Üç Göz, o kadar açlık içindelermiş ki dolaşıp dilencilik yapmak zorunda kalmışlar. Ancak İki Göz onlara kucak açmış, nazik davranmış ve isteklerini yerine getirmiş; öyle ki gençliklerinde kız kardeşlerine yaptıkları fenalıklar için her ikisi de bütün kalpleriyle tövbe etmişler.
Zembil, Şapka ve Borazan
Bir zamanlar üç erkek kardeş varmış. Üçü de günden güne o kadar fakir düşmüş ki hiç yiyecekleri kalmamış.
Aralarında konuşmuşlar ve: “Bu böyle gidemez, yollara düşelim ve talihimizi arayalım.” diyerek yola çıkmışlar. Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler ama talih yüzlerine hiç gülmemiş. Derken günün birinde koskoca bir ormana gelmişler. Bu ormanın ortasında bir dağ varmış. Yaklaştıklarında bu dağın gümüşten olduğunu görmüşler. En büyük oğlan: “Ben kendi talihimi buldum, bundan daha fazlasını istemem.” demiş ve bu dağdan taşıyabildiği kadar gümüş alarak tekrar eve dönmüş.
Diğer iki kardeş: “Biz daha fazlasını istiyoruz, sadece gümüşle yetinmeyiz.” diyerek dağa hiç el sürmeden yollarına devam etmişler. Birkaç gün gittikten sonra bir dağa daha ulaşmışlar. Bütün dağ altındanmış. Ortanca oğlan durup düşünmüş, kendinden pek emin olamamış. “Ne yapsam? Buradan altın alıp da ömrümün sonuna kadar rahat mı yaşasam yoksa yoluma devam mı etsem?” diye söylenmiş. Sonunda ceplerini altınla doldurarak ve kardeşine “Hoşça kal.” diyerek eve dönmüş. Üçüncü oğlan: “Gümüşle altın bana vız gelir; ben talihimi küstürmeyeceğim belki daha iyi bir ödül alırım.” diyerek yoluna devam etmiş. Üç gün sonra ilkinden çok daha büyük, ucu bucağı belli olmayan ikinci bir ormana gelmiş. Ne yiyeceği ne de içeceği kaldığı için neredeyse ölecekmiş. Bu yüzden ormanın sonunu görebilmek amacıyla bir ağaca tırmanmış ama nereye baktıysa ağaç tepelerinden başka bir şey görememiş ve ağaçtan inmeyi düşünmüş. Açlık canına o kadar tak etmiş ki: “Bir kere karnımı doyursam, başka bir şey istemem.” diye söylenmiş. Aşağı iner inmez ağacın altında, üstü mis gibi kokan yemeklerle dolu bir masa görünce çok şaşırmış.
“Bu kez isteğim tam zamanında gerçekleşti.” diye mırıldanarak yemeği kimin pişirdiğini, kimin getirdiğini sorgu sual etmeden sofraya oturmuş ve karnı doyana kadar afiyetle yemiş. Daha sonra: “Şu incecik beyaz masa örtüsü bu ormanda kalırsa paralanıp gider, yazık olur.” diyerek örtüyü özenle katlayıp cebine koymuş. Sonra yoluna devam etmiş ve akşam yine karnı acıkınca örtüyü çıkarıp sermiş.
“Keşke yine üstünde güzel yemekler olsa.” demiş ve bu sözcükler ağzından çıkar çıkmaz tabaklar dolusu leziz yemekler sofrayı doldurmuş.
“Bu yemeklerin hangi mutfakta piştiğini anladım, ben bunu altın ve gümüş dağlara tercih ederim.” demiş.
Yine de bu örtü onu, dünyayı dolaşarak talihini aramaktan alıkoyamamış. Bir akşam ıssız bir ormanda, üstü başı kapkara bir oduncuya rastlamış. Kömür yakmış, ocağa patates sürmüş, yemek hazırlıyormuş.
“Merhaba, kardeş, ne yapıyorsun buralarda yapayalnız?” diye sormuş.
“Her gün yaptığım şeyi.” diye karşılık vermiş ormancı. “Her akşam patates yiyorum, misafirim olmak ister misin?”
“Çok teşekkür ederim ama bana ikram edersen sana bir şey kalmayacak. Asıl sen benim misafirim ol!” demiş adam.
“Sofrayı kim kuracak peki? Bakıyorum da yanında hiçbir şey yok. Birkaç saat etrafa göz atsan da yiyecek bir şey bulamazsın.”
“Merak etme, karnın doyacak. Şimdiye kadar hiç böyle lezzetli yemekler yememişsindir.” diyen oğlan, cebinden çıkardığı örtüyü yere sermiş. “Kurul sofram.” der demez ocaktan yeni çıkmış gibi mis kokulu, hem haşlanmış hem de kızarmış etlerin olduğu güzel bir sofra kurulmuş. Oduncunun gözleri fal taşı gibi açılmış, karşısındakinden rica beklemeden yemeklere saldırmış, koca koca lokmaları mideye indirmiş. Yemekten sonra oduncu kıs kıs gülerek şöyle demiş: “Dinle, senin bu örtün alkışı hak etti. Tam bana göre çünkü bu ormanda bana yemek pişirecek hiç kimse yok. Sana bir öneride bulunacağım. Şu köşede bir asker zembili var, her ne kadar gösterişsiz ve eski de olsa mucizevi bir güce sahip. Benim artık ona ihtiyacım olmadığı için istersen örtüyle değişebiliriz.”
“Önce onun nasıl bir güce sahip olduğunu bilmek isterim ama.” diye karşılık vermiş oğlan.
“Söyleyeyim.” demiş oduncu. “Ne zaman elinle üzerine hafifçe vursan, içinden tepeden tırnağa silahlı altı adam çıkar ve sen ne istersen alıp getirirler.”
“Peki, değişelim o zaman.” diyen oğlan, oduncuya örtüyü verdikten sonra duvara asılı zembili sırtlamış ve vedalaşarak oradan ayrılmış.
Bir süre yol aldıktan sonra zembilin gücünü denemek isteyerek eliyle vurmuş. Hemen içinden altı tane savaşçı çıkmış:
“Efendimiz, hükümdarımız ne buyurur?” diye sormuşlar.
“Hemen