Ruha Dokunan Insan Öyküleri. Çetin Oranli
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Ruha Dokunan Insan Öyküleri - Çetin Oranli страница 1
Üniversite öğrencisi iken Konya basınında çalışmaya başladı. Toplam on altı yıl görev yaptığı Merhaba Gazetesi’nde on yıl boyunca sorumlu yazı İşleri müdürlüğü görevini üstlendi. Çetin Oranlı siyaset, kültür başta olmak üzere gazetecilik yaptığı dönemde yüzlerce röportaj gerçekleştirdi. Konya televizyonunda programlar yaptı. Yazı dizileri, köşe yazıları ve söyleşiler başta olmak üzere gazetecilik çalışmalarından ötürü çok sayıda ödül aldı. Çeşitli panel ve toplantılarda gazetecilik, yerel basın ve sorunları üzerine sunumlar yaptı. Konya sanayisinin gelişim ivmesini altmış bölümden oluşan ‘Başarı Öyküleri’ isimli yazı dizisi ile gündeme taşıdı. ‘Başarı Öyküleri’, ASKON Genel Merkezi tarafından Türkiye genelinde ‘en iyi yazı dizisi’ (2005 yılı) seçildi. Ankara Gazeteciler Cemiyeti ve Türkiye Yazarlar Birliği üyesi olan Oranlı, iki dönem Konya Gazeteciler Cemiyeti Genel Sekreterliği görevini yaptı. 2012 yılından bu yana Basın İlan Kurumu’nda çalışıyor. Ordu’da dört buçuk yıl, Tokat’ta ise iki buçuk yıl Basın İlan Kurumu İl Müdürü olarak görev yapan Oranlı, halen aynı kurumda Mersin İl Müdürlüğü görevini ifa ediyor.
İlk kitabı Olaylar ve Kişisel Tecrübe Işığında Gazetecilik Mart 2016’da, ikinci kitabı Sözün Ardı – İz Bırakan Söyleşiler Şubat 2017’de, memleket esintilerinin yer aldığı üçüncü kitabı Demir Kepenkli Ev – Anadolu Hikâyeleri ise 2018 yılı nisan ayında yayımlandı. İngilizce bilen Oranlı, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalı’nda doktora yapıyor. Sürekli Basın Kartı sahibi olan Oranlı, evli ve 3 çocuk babası.
Hayykitap’tan yayımlanan kitapları:
Ruha Dokunan İnsan Öyküleri, Mayıs 2020
Ruha Dokunan Patiler, Nisan 2019
Taş Değirmen
“Ve bir değirmendir zaman, insanı da, mekânı da öğüten…”
Bürokrasinin çarkları arasında sıkışan hayatıma kısa bir yaz molası vermek üzere, Karadeniz Bölgesi’nin yeşil dokusunun en yoğun hissedildiği sarp dağları Canik’in eteklerinde kurulu köyüme gelmiştim. Köyümüz, ırmağın yardığı vadinin dip kısmına yakın yamacın eteğindeydi. Yaşlı annem ve babam tam anlamıyla Karadeniz inadıyla bu eğimli arazide, fındık bahçeleri arasında, önünde küçük bir mısır tarlasının bulunduğu eski ahşap evde yaşarlardı. Ahşap evin yanına kardeşimin yaptırdığı üç katlı betonarme evin bir katına yerleşme teklifini yetmiş altı yaşındaki babam yıllardır yinelediği sözlerle reddetmişti: “Bu ev bize ata mirası. Biz ölünceye kadar burada yaşayacağız.”
Uzun yıllardır sadece bayramlarda bir günlüğüne geldiğim köyümde şimdi geçirebileceğim yaklaşık beş günüm vardı. İlk gece ahşap evde deliksiz bir uyku çektim. Ne vakittir böyle dinlenememiştim. Ahşabın insan sağlığı ve uykusu üzerindeki olumlu tesirine inanırım öteden beri. Bunu bir defa daha yaşayarak görmüş oldum.
İkinci gün kahvaltının ardından on bir yaşındaki oğlum Ali’yi de yanıma alıp bazen fındık bahçelerinin arasından, bazen de eşek yolu olarak kullanılan dar patikadan (gerçi şimdi köyde tek tük at ve eşek kalmış) geçip vadinin dip kısmına, ırmağa doğru yol aldım. Fındık bahçelerinin süsü mor yaban menekşeleri yaz mevsimi olmasına rağmen gülümseyen bir edayla hafif rüzgârda salınıyor, sarı ve beyaz çuha çiçekleri ile beyaz papatyalar bu ritmi tamamlıyordu. Kalın gövdesi ve sarı taç yaprakları ile sıra dışı bir çiçek olan danakıran çiçekleri de ocakların arasında gülümser gibi baş gösteriyordu. Yokuş aşağı yürürken çiçeklerin yanı sıra fındık ocaklarının dibini incelemeye koyuldum, fındık tirmidi dediğimiz o enfes yerel mantardan bulabilir miyim diye. Sarıdan kırmızıya doğru bir renge sahip olan o ilginç şapkasıyla birkaç tane gözüktü fındık mantarı, dönüşte almak üzere, zihnimde yerlerini işaretledim. Diğer taraftan da bahar döneminde çıkan beyaz çiçekli çekülgeler (sakarca) gözüme takıldı. Çekülge veya sakarca dediğimiz bu soğanlı bitki bir çeşit sebze aslında. Enfes çorbası ve kavurması yapılır bizim memlekette. Buna, diken ucu da denilen melocanı da eklemek gerek. Memleketim sebze cenneti, diye geçirdim içimden…
Geçmişi hatırlayarak yürürken, ırmak yatağına yaklaştığımızı suyun kenarında yoğunlaşan yaban nanelerinin kokusundan anladım. Nehir yatağında sıralanan yeykin ağaçlarını ve iri kabalak otlarını gördüğümde içimde bir heyecanın belirdiğini hissettim. Irmağın derinleştiği ve ‘göl’ dediğimiz yerlerde tertemiz suya girip serinlemekti amacım. Yüzmeyi bu göllerde öğrenmiştim ben, ırmağın göllerinde yani. Şimdi oğlum Ali’ye de ırmağın dağlardan gelen temiz ve ferah kaynak suyunda yüzmenin zevkini aşılamaya çalışıyordum.
“Oğlum, ırmak tatlı su kaynaklarından oluşuyor. Onun için tertemizdir. Şu temmuz sıcağında bizi iyice serinletir. Ayrıca tatlı su kefali başta olmak üzere, balıklarla yan yana yüzersin. Gerçi şimdi balık falan kalmamış maalesef. Bilinçsizce doğaya saldırıp epeyce azaltmış insanlar. Ama biz gençliğimizde bu ırmakta ne balıklar tutardık. O balıkların lezzetini hiç unutamam.”
Oğlum hayran bakışlarla ırmağı inceliyor, anlattıklarımı dinliyordu. Suyun, vadinin köşesine birikerek derin bir yatak oluşturduğu göle gelmiştik ki karşıdaki geniş bir taş kulübe oğlumun dikkatini çekti.
“Baba bak, karşıda taş ev var. Çok güzel ama biraz küçük diğer evlere göre. Neden?”
“Ev değil oğlum o. Biraz yüzelim, yakından görmek için karşıya geçeriz. Su gücüyle çalışan eski taş değirmen. Şimdi çalışmıyor maalesef. Zamanında burada Değirmenci Dedemiz vardı, o çalıştırırdı bu değirmeni. Değirmen taşlarında öğütülen mısırlardan mis gibi kokan mısır unu elde edilir, bunlardan mısır ekmekleri ve çeşit çeşit yemekler yapılırdı. İnsanlar, atlar ve eşeklerle evlerinden çuval çuval mısır getirirdi buraya. Para pul yok ya o zamanlar. Değirmenci Dede öğüttüğü mısırlardan belli oranda pay alır, buna da ‘hak’ derdi. Sonra da çuvallara doldurup komşularının ununu verirdi. Yıllar boyunca böyle çalıştı bu su değirmeni. Çocukluğumdan hatırlıyorum, sıra dışı, güzel ve yiğit bir adamdı Değirmenci Dede. Babamla veya ağabeyimle ne zaman gelsem, bizi yemek ve çay ikram etmeden asla göndermezdi. Değirmencinin eşi de kendisi gibi cömert bir kadındı. Bu değirmende yediğim tereyağlı mısır ekmeklerini, içtiğim çayları asla unutamam. Allah rahmet eylesin…”
Bunları oğluma anlatırken Değirmenci Dede’nin silueti canlandı gözlerimin önünde. Başında sekiz köşe kasketi, üzerinde eski ceketi, giysileri tamamen mısır ununun sarısına veya beyazına (mısırın türüne göre unun rengi sarı veya beyaz olabiliyor) bulanmış, bir ayağı aksayarak kendine güvenen bir eda ile yürüyen, kır bıyıklı, hafif sakallı, geniş yüzlü yiğit bir Karadeniz insanı… Yaşça büyük olduğu için ‘Abdullah abi’ diye hitap ederdi babam Değirmenci’ye. Babamın en yakın arkadaşlarından biriydi, çoğu mesele ona danışılırdı. Bir anlamda halk bilirkişisi, halk filozofuydu…
Bir saat kadar ırmağın serin sularında ferahladıktan sonra oğlumla birlikte değirmene doğru yürümeye başladık. Bizim ev vadinin güney yamacında, değirmen ise kuzeye bakan yakanın tam dip noktasındaydı. Evimize göre çapraz noktada, şirin bir tarihi eser gibi görünürdü değirmen.
Taş değirmenin tam önünde büyük ceviz ağacının dibine bırakılan, vazifesini tamamlamış, şimdi oturak olarak kullanılan değirmen taşına baktık dikkatle. Bu taşın un öğütülmesinde üstlendiği görevi ve ortasının mekanizmaya takılması için bu şekilde oyulduğunu oğluma anlatmaya başladım.
“Bu taş uzun yıllar vazife görmüş belli ki. Sonra kenarı yarıldığı içi atılmış. Bu ceviz ağacı