Ruha Dokunan Insan Öyküleri. Çetin Oranli
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Ruha Dokunan Insan Öyküleri - Çetin Oranli страница 5
“Hele çayınızı içip bir soluklanın, hemen yan tarafımızda kalacağınız yer. Kirası uygun, hiç dert etmeyin. İçini bir güzel temizlersiniz, bizde eski kanepe, perde falan var. Onlarla bir düzen kurarız size inşallah. Bu genç arkadaşımız da, Rüstem. ‘Yandan hemşerimiz’, yani komşu ilçeden. Bu dükkânda alnının teriyle çalıştırır, ekmeğini çıkarır. Tam size burada rehberlik edecek, arkadaş olacak bir ağabeyiniz. Kendisi lise mezunu, üniversiteye gidememiş ama tam anlamıyla kitap kurdudur. Onun okuduğu kitabı profesörler okumamıştır ha! Adamın kralıdır ayrıca, mahalle halkının kardeşi, ağabeyidir, haberiniz olsun.”
Bakkal Rüstem gülümseyerek dinliyordu kendisi ile ilgili anlatılanları. Sanki daima gülümser gibi bir hali vardı. Bazı insanların yüzüne tebessüm bir başka yakışır, taze bir gül gibi yerleşir ya, tam olarak öyle. Ancak onda bu gülümsemeye bir giz gibi eşlik eden hüzün de fark ediliyordu dikkatle bakıldığında. Derin bir acıyı saklarcasına…
Aşağı yukarı yirmi metrekarelik dükkânda bir mahalle bakkalında bulunması lazım gelen her şey vardı. Henüz süpermarketlerin örümcek ağı gibi şehrin en ücra köşelerine kadar uzanmadığı yıllardı. Mahalle bakkalı, mahallenin bilirkişisi, her konunun danışıldığı dert ortağı konumundaydı o yıllarda. Cebinde dolmuş parası bulunmayanın bile borç aldığı, veresiye defterinin bir kamu hizmeti gibi kabardığı… Gerçi bu durumu istismar edenler de yok değildi ama genel manzarada paylaşım esasına uygun hareket ediliyordu. Bakkal Rüstem’in genç bir bilge gibi duruşunu, ablak, gülümseyen, temiz yüzünü ve düzgün saçlarını tamamlar gibi duran ütülü, mavi önlüğünü şöyle bir süzerken henüz tezgâhın diğer tarafında yaşanan güçlükleri bilmiyorduk. Bir yandan öğrenci evinde kuracağımız düzenin telaşı sarmıştı beni, bir yandan da Bakkal Rüstem’in çoğu akademisyenden daha fazla kitap okumasına rağmen neden küçük bir dükkâna hapsolduğuna dair merakım…
Hemşerim Azmi Bey’in desteğiyle kısa bir sürede evde düzeni kurduk. Eksik olan eşyaları da iyi kötü ikinci elden sağlamıştık. Nasılsa yanı başımızda bakkal vardı, ufak tefek ihtiyaçları oradan temin ediyorduk. Paramız yetişmediğinde her zaman sakin bir tavırla, “Sonra verirsiniz, mesele değil,” diyordu Bakkal Rüstem. Biz de en sonunda çareyi deftere hesap açtırıp elimize para geçtikçe ödemekte bulduk. İlginç bir adamdı Bakkal Rüstem, çocuklar geldiğinde ellerinde para olsun olmasın, hiçbirini boş çevirmiyor, ya şeker, ya da sakız verip gönderiyordu. “Bir tek akide şekeri bile bir çocuğu gülümsetiyorsa, küçük çabaların toplamıyla, dünyada iyilik ve mutluluk inşa etmek aslında ne kadar kolay,” diyordu. Bu lafını çok sevmiştik Hüseyin’le.
Kısa bir süre içerisinde çok iyi dost olduk Bakkal Rüstem’le. Öyle ki, okul çıkışında soluğu bakkalda alıyor, çoğunlukla tulum peyniri ve ekmeğin eşlik ettiği ince belli bardaklardaki çayımızı yudumluyorduk. Bazen bize özel menemen ve sucuk pişirdiği de oluyordu. “Siz öğrencisiniz, öğrencinin her zaman fazladan yemek takviyesine ihtiyacı vardır,” derdi. Biz de evde yaptığımız salçalı makarna veya patates kızartmalarını bakkala getirip hep birlikte afiyetle atıştırıyorduk arada bir. Yemeğin ardından çayla birlikte kitapların dünyasından, edebiyattan, kültürden, memleket halinden sohbet ediyorduk. Taşı gediğine koyarcasına öyle ilginç tespitleri vardı ki Bakkal Rüstem’in, memleketin bu kadar net fotoğrafını çekeni az bulurdunuz:
“Necip Fazıl ne güzel yazmış… ‘Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul, bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.’ Aslında Necip Fazıl da bu memleketin değeri, Nâzım Hikmet de… Peki, bir sistem nasıl oluyor da vatan için dertlenen, memleketi uğruna hapislerde çürümeyi göze alan insanları vatan haini haline getiriyor? Hem birileri ‘vatan haini’ deyince insan vatan haini oluyor mu?”
“Kazandığımdan fazlasını vergiye veriyorum. Enflasyon denilen canavar var, bir türlü doymuyor. Sattığımız bir malı yerine koymakta zorluk çekiyoruz. Toptancılarla köşe kapmaca oynuyoruz çoğu zaman. Hangi hükümet gelirse gelsin, vergi yükünü toplumun alt kesimine yıkıyor. Aktörler değişiyor fakat bu düzen değişmiyor bir türlü. İktidara sağ da gelse, sol da gelse bir… Küçük esnaf asgari ücret kadar gelir elde edemiyor? Biz belki de alışkanlığın etkisiyle böyle sürdürüyoruz hayatımızı…”
Müşterileriyle girdiği esprili diyaloglar bile insanı düşündürmeye yeterdi. Yara bandı isteyen bir müşterisine şöyle cevap vermişti:
“Kanayan yara çok, fakat kapatacak yara bandı yok.”
Sohbetlerimizde şiir dünyasının farklı kutuplardaki büyük temsilcilerine sık sık atıfta bulunurdu ki bunun anlaşılır bir nedeni vardı, bir yandan da yazıyordu. Ama Cahit Külebi’ye özel bir hayranlık besler, sık sık onun meşhur şiiri İstanbul’dan şu bölümü memleket özlemiyle okurdu:
“Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Niksar’da evimizdeyken
Küçük bir serçe kadar hürdüm.”
Şiiri okuduktan sonra efkârlanıp anlatırdı kalbinden geçenleri:
“Hepimiz aslında büyük bir köy olan bu şehirde gurbetteyiz arkadaşlar. Asıl memleketimizden, köyümüzden uzakta. Yarın da başka bir gurbete gideceğiz belki kim bilir… Ama aslında bu dünyada gurbette değil miyiz? Dünya hepimizin gurbeti değil mi? Ait olduğumuz yerden uzakta, dünyaya çile çekmek için gelmişiz sanki. Bununla ilgili bir şiirim var ama sizinle epey sonra paylaşacağım.”
Öyle güzel şiirleri vardı ki kahverengi kaplı ajandasına düzgün bir yazıyla kaydettiği, o kendine özgü ses tonuyla okuyup yorumlar, insanı uzak iklimlere taşırdı bir anda. Şiirlerini bizimle paylaşması için ısrarcı olurduk. İlk önce temkinli yaklaşmıştı. Sonra sıcağı sıcağına bizzat kendisi paylaşmaya başladı. Bazen de bize okuturdu yüksek sesle. Aşk, memleket sevgisi teması ağır basıyordu. Ama ben en çok ‘Bir Boz Kedinin Ölümü’ isimli sıra dışı şiirini sevmiştim. Şiirde geçen ifadeleri şimdi tam hatırlayamıyorum ama otomobilin altında kaldıktan sonra cadde ortasında can çekişerek ölen kediye dair duyduğu