Белый Тюльпан. Самые пронзительные турецкие рассказы ХХ века. Уровень 1. Омер Сейфеддин

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Белый Тюльпан. Самые пронзительные турецкие рассказы ХХ века. Уровень 1 - Омер Сейфеддин страница 4

Белый Тюльпан. Самые пронзительные турецкие рассказы ХХ века. Уровень 1 - Омер Сейфеддин Легко читаем по-турецки

Скачать книгу

resimlerine benziyordu. Evet bu, alnında yarası görülen kılıcın yere düşüremediği canlı bir kahramandı. ‘‘Tam bizim aradığımız adam işte…’’ dedi. Bu kadar pervasız bir adam devletine, milletine yapılacak hareketi de çekemez, ölümden korkmazdı. Kavuğunu hafifçe salladı:

      – Seni Tebriz’e elçi olarak göndereceğiz.

      Muhsin Çelebi sordu:

      – Aranızda o kadar çok nişancılar, katipler, hocalar var. Niçin onlardan seçmiyorsunuz?

      – Sen, Şah İsmail denen alçağın kim olduğunu biliyor musun?

      – Biliyorum.

      – Devletini seviyor musun?

      – Seviyorum.

      Sadrazam doğruldu. Arkasına dayandı:

      – Pekâlâ öyleyse… dedi, bu alçak kaide kabul etmez. Bizimle rekabet davasındadır. Er meydanında hakkımızda yapamadıklarını bizim göndereceğimiz elçiye yapmak ister. İhtimal işkenceyle idam eder. Çünkü Allah’tan korkusu yoktur. Halbuki elçimize yapılacak hakaret, devletimize demektir. Bize öyle bir adam lazım ki, hakaret görünce başından korkmasın… Bu hakareti aynıyla o alçağa iade etsin… Devletini seversen sen bu fedâkârlığı kabul edeceksin!

      Muhsin Çelebi, hiç düşünmedi:

      – Kabul ettim efendim, fakat bir şartla… dedi.

      – Ne gibi?…

      – Madem ki bu bir fedâkârlıktır, fedâkârlık ücretle olmaz. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedâkârlık, ne olursa olsun, kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, makam, ücret filan istemem. Fahrî olarak bu hizmeti görürüm. Şartım budur!

      – Fakat oğlum, bu nasıl olur? Onun elçisi gayet ağır giyinmişti. Atları, hademeleri mükemmeldi. Bizim elçimizin atları, hademeleri, giyimi daha muhteşem, daha ağır olması lâzım… Bunlar için, mutlaka hazineden sana birkaç bin altın vereceğiz.

      Muhsin Çelebi döndü. Önüne baktı. Sonra başını kaldırdı:

      – Hayır, dedi, hazineden bir pul almam. Gerekli olan muhteşem takımlı atları, süslü hademeleri ben kendi paramla düzeceğim, hatta…

      Sadrazam gözlerini açtı.

      – …Hatta sırtıma, Şah İsmail’in ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim.

      – Ne giyeceksin?

      – Sırmakeş Toroğlu’ndaki[39] kumaşı Hint’ten[40], incileri Venedik’ten[41] gelme Pembe İncili Kaftan’ı alacağım.

      – Ne?… O kadar parayı nereden bulacaksın oğlum?

      Sadrazamın şaşmaya hakkı vardı. Bir ay önce tamamlanan, üzeri en nadir pembe incilerle işlemeli bu kaftanı İstanbul’da duymayan yoktu. Vezirler, elçiler padişaha hediye etmek için Toroğlu’na gittikçe[42] o, fiyatını artırıyordu. Muhsin Çelebi bu meşhur kaftanı nasıl alacağını anlattı:

      – Çiftliğimle, mandıramı, evimi rehin olarak vereceğim; tüccarlardan on bin altın borç toplayacağım. İki bin altını atlarla hademelere sarf edeceğim. Geriye kalan[43] sekiz bin altına da bu kaftanı alacağım.

      Sadrazam, bu hareketi mantıklı bulmadı:

      – Geldikten sonra bu kaftan senin işine yaramaz[44]. Yalnız bir debdebe aletidir. Mallarını elinden çıkaracaksın. Fakir düşeceksin.

      – Hayır. Sekiz bin altına alacağım kaftanı, altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır. Yedi bin altınla ben, çiftliğimi rehinden kurtarırım. Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem mandıram devlete feda olsun… Devletten hep alınmaz ya… Biraz da verilir!

      Muhsin Çelebi ile konuştukça, sadrazamın hayreti büyüyordu. Kalbi rahatladı. İşte küstah bir hükümdarı cezalandırmak için gönderilecek tam bir adam bulmuştu. Gülüyor, ağır kavuğunu sallıyordu. Divanın nazik, korkak, hesapçı çelebileri mallarını çok severdi. Bunlardan biri elçi olarak gönderilse, devleti değil alacağını düşünecekti ve her hareketi kabul edecekti. Sadrazam, Muhsin Çelebi’yi yemeğe de çağırmak istedi. Fakat olmadı; giderken onu ta sofaya kadar uğurladı.

      …Altı ay içinde Muhsin Çelebi büyük çiftliğini, mandırasını, evini, dükkanlarını, bahçesini rehine koydu. Tüccarlardan para topladı. Atlarını, hademelerini düzenledi. Bunların hepsi hakikaten muhteşemdi. Yedi bin liraya iade etmek şartıyla Toroğlu’ndan meşhur Pembe İncili Kaftan’ı da aldı. Genç karısıyla iki küçük çocuğunu akrabasından birinin evine bıraktı. Altı aylık nafakalarını ellerine verdi. Sonra yola çıktı. Muhsin Çelebi, bir gün Tebriz Kalesi’ne büyük bir ihtişamla girdi. Bu küçük payitahtın halkı, İstanbul elçisinin kaftanını görünce şaşırdılar. Şehir, saray, bütün encümenler kaftanın hikâyesiyle doldu. Şah İsmail, Pembe İncili Kaftan’ı yalnız masallarda işitmiş, daha nasıl bir şey olduğunu görmemişti. Kendisinin daha görmediği şeye sahip olan bu zengin elçiye karşı derin bir garaz duydu. Tahtının önündeki şilteleri, ipek seccadeleri kaldırttı. Sağında vezirleri, solunda muharipleri duruyordu.

      …Muhsin Çelebi, açık kapıdan serbest adımlarla girdi. Yürüdü. Başı her vakitki gibi[45] yukarıda, göğsü her vakitki gibi ileride idi. Oturacak bir şey yoktu. Gülümsedi. İçinden, ‘‘Beni mecburen ayakta, hürmet vaziyetinde tutmak istiyorlar galiba…’’ dedi. Bir an düşündü. Bu harekete nasıl mukabele etmeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili Kaftan’ı çıkardı. Tahtın önüne, yere serdi. Şah İsmail, vezirleri, kumandanları aptallaşmışlar; hayretle bakıyorlardı. Sonra bu kıymetli kaftanın üzerine bağdaş kurdu. İnce, dev, sivri kubbeyi çınlatan gür sesiyle:

      – Mektubunu verdiğim büyük padişahım, Oğuz Kara Han neslindendir! diye haykırdı. Dünya yaratıldığından beri[46] onun atalarından kimse kul olmamıştır. Hepsi padişah, hepsi hakandır. Atalarından itibaren hükümdar olan bir padişahın elçisi, hiçbir yabancı padişah karşısında divan durmaz[47]. Çünkü kendi padişahı kadar dünyada asil bir padişah yoktur. Çünkü…

      Muhsin Çelebi nutkunu bağırıyordu; Şah ise kızarıyor, sararıyor, morarıyordu. Şah İsmail heyecandan mektubu açamadı, elinde tutuyor, tir tir titriyordu. Tahtının arkasındaki muharipler, kılıçlarını çekmişlerdi. Muhsin Çelebi bağırdı, çağırdı. Vezirler, muharipler hükümdarlarının sabrına şaşıyordu. Hatta içlerinden birkaçı mırıldanmaya başladı. Muhsin Çelebi, sözünü bitirince müsaade istemedi, kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Şah İsmail, donmuş; taş kesilmişti[48]. Gururu, bu Türk’ün ateş

Скачать книгу


<p>39</p>

«Sırmakeş Toroğlu» – золотых дел мастер Тороглу.

<p>40</p>

«Hint» – индийский.

<p>41</p>

«Venedik» – Венеция.

<p>42</p>

«Gittikçe» – чем больше ходили.

<p>43</p>

«Geriye kalan» – оставшиеся.

<p>44</p>

«İşe yaramak» – пригодиться, быть полезным.

<p>45</p>

«Her vakitki gibi» – как всегда, как обычно.

<p>46</p>

«Dünya yaratıldığından beri» – с момента сотворения мира.

<p>47</p>

«Divan durmak» – потакать, кланяться.

<p>48</p>

«Taş kesilmek» – превратиться в камень, замирать.