Kelt masalları. Joseph Jacobs

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kelt masalları - Joseph Jacobs страница 5

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Kelt masalları - Joseph Jacobs

Скачать книгу

ve suya doğru büyük bir güçle fırlattım, yüzüğün düştüğü yer çok derindi. Dev tekrardan ‘Nerede sin, yüzük?’ diye sordu. Yüzük de suların altında olmasına rağmen ‘Buradayım,’ diye cevap verdi. Bunun üzerine dev, yüzüğün olduğu yöne doğru atıldı ve denize düştü. Boğulmasını izlerken keyiflenmiştim. Benim ve iki oğlumun hayatını bağışlayıp beni zor duruma düşürmemelisiniz.

screen_29_35_47

      Dev boğulunca ben de içeri girip sahip olduğu tüm altın ve gümüşü yanıma aldım, sonra eve gittim. Emin olun eve vardığımda tüm tanıdıklarım büyük bir sevince boğuldu. Bu olayın delili olarak parmağımın olmadığını görebilirsiniz.”

      “Evet, gerçekten öyle Conall, sen ağzı laf yapan bilge birisin. Parmağın da gerçekten yok. İki oğlunun da canını kurtardın; eğer bana yarın asılacak olan oğlunun idamını izlemekten daha zor bir durum anlatırsan en büyük oğlunun hayatını kurtarabilirsin.”

      “Bu anlattıklarımdan sonra babam gitti ve bana bir eş buldu, ben de evlendim. Tekrar ava çıktım. Deniz kenarında gidiyordum ve suların ortasında bir ada gördüm, iki ucunda da ip olan bir tekne gördüm. Bu teknenin içinde bir sürü değerli şey vardı. Onları nasıl alabileceğimi düşündüm. Ayağımın birini tekneye koydum, diğer ayağım ise yerdeydi; kafamı kaldırdığımda ise bir de baktım ki tekne suların ortasına gelmişti bile, adaya varana kadar da durmadı. Tekneden indiğim anda tekne eski yerine geri döndü. Ne yapmam gerektiğini bilemedim. Etrafta ne bir yiyecek ne de bir eşya vardı, sanki orada kimse yaşamıyor gibiydi. Bir tepenin üstüne çıktım. Sonra bir vadiye vardım, orada vadinin dibindeki mağaranın ağzında bir kadın ve çocuğunu gördüm. Çocuğun kıyafetleri yoktu, kadının ise elinde bir bıçak vardı. Kadın, bıçağı bebeğinin boğazına dayamaya çalıştı, bebek ise kadının yüzüne güldü. Bunun üzerine kadın ağlamaya başlayıp bıçağı elinden fırlattı. Dostlardan uzak, düşmana ise yakın olduğumu düşünmüştüm ve kadına ‘Burada ne yapıyorsun?’ diye sordum. O da bana ‘Sen buraya neden geldin?’ diye sordu. Ona oraya nasıl ulaştığımı anlattım. ‘Öyle mi, ben de aynı şekilde gelmiştim,’ dedi. ‘Neden çocuğun boğazına bıçak dayıyordun?’ diye sordum. ‘Çünkü burada yaşayan dev için bebeğimi pişirmek zorundayım, yoksa beni de öldürecek,’ diye cevap verdi. Tam o sırada devin ayak seslerini duymaya başladık, ‘Ne yapayım? Ne yapayım?’ diye bağırdım kadına. Sonra kazanın içine girdim, şansıma içindeki su çok sıcak değildi; içine girer girmez dev geldi. ‘Küçüğü benim için haşladın mı?’ diye bağırdı. ‘Daha pişmedi,’ dedi kadın. Ben de kazanın içinden ‘Annecim, annecim, çok sıcak, yanıyorum,’ diye çığlık atıyordum. Dev, ‘HA HA HAHA!’ diye gülüp kazanın altına odun doldurdu.

      Artık oradan çıkamadan kaynayacağıma emindim. Ancak talih yüzüme güldü ve dev, kazanın yanında uyuyakaldı. Kazanın dibi ayaklarımı haşlamıştı. Kadın, devin uyuyakaldığını fark edince kazan kapağındaki delikten sessizce ‘Yaşıyor musun?’ diye sordu. Ben de henüz ölmediğimi söyledim. Kafamı kaldırdım, kapaktaki delik o kadar büyüktü ki başım içinden kolayca geçti. Her şey iyi gidiyordu ta ki kalçalarım sıkışana kadar. Kalçalarımın derisi soyuldu, ancak dışarı çıkmayı başarabildim. Kazandan çıkınca ne yapmam gerektiğini bilemedim; kadın da bana devi öldürebilecek kendi silahından başka bir silah olmadığını söyledi. Bunun üzerine mızrağını yavaşça çekmeye başladım, aldığı her nefeste beni içine çekecek gibi oluyordu, nefesini verdiğinde ise beni geri itiyordu. Ancak tüm bu zorluklara rağmen mızrağı almayı başardım. Sonrasında ise bir fırtınadaki saman gibiydim, çünkü mızrağı kontrol edemiyordum. Yüzünün ortasında tek bir gözü olan deve bakmak ise korkunçtu; benim gibi birinin ona saldırması etkili olmazdı. Bu yüzden mızrağı olabildiğince diktim ve gözüne oturttum. Bunu hissedince kafasını kaldırdı, böylece mızrağın diğer ucu mağaranın tepesine çarptı ve mızrak kafasını delip geçti. Olduğu yere yığılıp kaldı ve geberdi. Tabii ki ne kadar büyük bir sevinç yaşadığımı tahmin edebilirsiniz kralım. Ben ve kadın, daha temiz bir yere geçtik ve geceyi orada geçirdik. Sonrasında gittim ve adaya geldiğimiz tekneyi getirdim, kadını ve çocuğu yüklenip onları karaya çıkardım.”

      O an Lochlann kralının annesi bir yandan ateşi harlıyor, bir yandan da Conall’ın çocukla ilgili olan öyküsünü dinliyordu.

      “O sen misin?” diye sordu, “Oradaki sen miydin?”

      “Aynen öyle, bendim.”

      “Aman Tanrım! Aman Tanrım! Oradaki kadın bendim, hayatını kurtardığın çocuk da kralın ta kendisi. Kral hayatını kurtardığın için sana teşekkür etmeli,” dedi kadın. Hepsini büyük bir sevinç seli kaplamıştı.

      Kral, “Ah Conall, çok büyük zorluklar atlatmışsın. Kahverengi at artık senindir, üstüne yükleyeceğiniz çuvala da hazinemdeki en değerli şeyleri dolduracağım,” dedi.

      O gece yattılar, ertesi gün Conall erken kalkmıştı, ancak kraliçe daha da erken kalkıp yolculuk için hazırlıkları yapmaya başlamıştı. Conall, kahverengi at ile çok değerli olan altın ve gümüş dolu çuvalı alıp oğullarıyla birlikte yola koyuldu. İrlanda’daki evlerinde büyük bir sevinçle karşılandılar. Altın ve gümüşleri evinde bırakıp atla birlikte İrlanda kralının yanına gitti. Artık kralla sonsuza dek iyi birer arkadaş olmuşlardı. Eve, eşine döndü ve hep birlikte bir ziyafet hazırladılar; bu ziyafet insanların görüp görebileceği en büyük ziyafetti.

      Hudden, Dudden ve Donald O’Neary

      Bir zamanlar iki çiftçi vardı, isimleri Hudden ve Dudden’dı. Bahçelerde kümes hayvanları, yaylalarda koyunları, nehrin kenarındaki çayırlıkta da bir sürü sığırları vardı. Ancak tüm bunlara rağmen mutlu değillerdi. Çünkü sahibi oldukları iki çiftliğin arasında Donald O’Neary adında fakir bir adam yaşıyordu. Başını soktuğu harabesinden başka, sahip olduğu tek şey daracık bir araziydi. Bu arazi de tek ineği Daisy’nin açlıktan ölmemesine zorlukla yetiyordu. Her ne kadar Daisy elinden geleni yapsa da verebildiği süt ne içmeye ne de tereyağı yapmaya yetiyordu. Böyle bir durumda Hudden ve Dudden’ın kıskanacağı pek bir şey olmadığını düşünebilirsiniz, ancak kıskanıyorlardı. İnsan buldukça bunuyor, Donald’ın komşuları da geceleri geç saatlere kadar oturup o küçük araziyi kendi arazilerine nasıl katabileceklerini düşünüyorlardı. Hiç düşünmedikleri zavallı Daisy ise onlara göre bir kemik torbasından başka bir şey değildi.

      Bir gün Hudden, Dudden ile karşılaştı. Çok geçmeden her zamanki gibi homurdanmaya başladılar, konuştuklar şey belliydi: “Ah şu berduş Donald O’Neary’yi şu araziden bir atabilsek!”

      “Daisy’yi öldürelim öyleyse,” dedi Hudden sonunda. “Eğer bu da onu o araziden gönderemezse hiçbir şey gönderemez.”

      Çok geçmeden anlaştılar. Daisy, gün içinde avucunuzu dolduracak kadar bile çimen yememiş olsa da uzanmış geviş getirmeye çalışıyordu. Hudden ve Dudden karanlık çökünce Daisy’nin geviş getirdiği küçük barakaya sokuldular. Dohudden, dudden ve donald o’neary nald, Daisy’nin geceyi rahat geçireceğinden emin olmak için geldiğinde zavallı hayvancağızın ölmeden önce kalan zamanı, yalnızca sahibinin avucunu yalamaya yetmişti.

      Gelgelelim Donald kurnaz bir adamdı, her ne kadar üzgün olsa da Daisy’nin

Скачать книгу