Forsa. Омер Сейфеддин

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Forsa - Омер Сейфеддин страница 4

Жанр:
Серия:
Издательство:
Forsa - Омер Сейфеддин

Скачать книгу

açıktı. “Huu…” diye girer, isterse haftalarca, aylarca ta canı sıkılıncaya kadar kalırdı. Dağın, taşın, nehrin, gölün, ormanın hususi isimleri olur muydu? Onun fikrince köylerin, kasabaların, şehirlerin isimlerine de lüzum yoktu. Hepsi “dünya” demekti. Balık, denizinde nasıl hiçbir mevzu kanuna tabi olmadan rahat rahat yüzerse o da dünyasında öyle serbest serbest gezerdi. İlkbaharlar, sonbaharlar, yazlar, kışlar tabiatın birer efsanesiydi. Hükûmet, kanun, aile, din, ahlak hasılı her şey, nazarında, manası olmayan birtakım uydurma latifelerdi. Vücut bir rüya idi. Hayat bir seraptı. Ancak nadanlar bu rüya ile seraba aldanırlar, beyhude yere üzülürlerdi. Hakikat “bir”di. O da “aşk” idi. Aşkı idrak eden büyük hakikate ermiş; haricî batıni kâinatın, hakkın manasını anlamıştı.

      Derviş Hasan işte bu erenlerden biriydi. Geniş, kuru omuzlarının üstündeki koca külahlı, çok saçlı başı, beyaz sakallı yanık yüzü, derin, iri, siyah gözleri ona garip bir heybet verirdi. Ne olduğuna dikkat etmediği “dünya”nın üstünde bir duman içindeymiş gibi, hiç görmeyerek yaşardı. Aşkı, Allah’ı, hakikati, saadeti, gayesi ruhunda idi. Aşkın haricindeki şeyler onun etrafında toplanmış bir küme masiva bulutuydu. “Vücut” yoktu. Fakat gayriihtiyari:

      “Of, dizlerim…” dedi. Açlık, sıcak, ihtiyarlık üç bin okkalık bir yük gibi sırtına çökmüştü. Şimdi, bir an için, aşkını unutuyor, bu ağır yükün altında ezilen vücudunun varlığını sezer gibi oluyordu. Başı çatlayacak derecede ağrıyor, ayakları titriyor, nefes aldıkça daralmış göğsü acıyordu. Tekrar durduğu yolun ilerisine, gerisine baktı. Ne gelen vardı ne giden… Gözlerini yere indirince birtakım hayvan, kağnı izleri gördü. Mutlaka yakında bu izlerin gittiği bir köy, bir kasaba bulunacaktı. Bu tahmin ona teselli verdi. Onu sevindirdi. Derin bir “Huuu!” çekti. Ellerini arkasına bağladı. Yine aşkının hakikatine dalarak, yine etrafını dumanlaştırarak, hiçbir şey görmeden yürümeye başladı. Gitti, gitti. Fakat bu ümit verici izlerle örtülmüş, cehennem gibi sıcak, çöl gibi tozlu yol bitmiyordu. Nefesi, kolları, dizleri kesiliyor, hakikatte “olmayan” vücudunun elemleri, “mevcut olan” ruhunu sıkıyordu. Ömründe ilk defa olmak üzere bir araba düşündü. Bu arabanın yumuşak, ipek yastıklı içi kim bilir ne kadar rahattı.

      Yavaşça: “Ah bir araba olsa…” dedi. Sonra, sırma eyerli bir atı gözünün önüne getirdi. Böyle bir ata binse ufukta göreceği en uzak bir köye yarım saat içinde gidebilirdi. Hayalinden deve katarları, kervan katarları geçti. Açlıktan, sıcaktan, ihtiyarlıktan artık o kadar bitkin bir hâldeydi ki… Gülümsedi.

      “Bir topal eşek olsa da razıyım ya…” dedi. Sıcak gittikçe kızıyor, yol daha ziyade biçimsizleşiyor, tozlar çoğalıyor, taşların arasında baygın kertenkeleler görünüyordu. Kendine baktı. Tozla örtülmüş çarıklarının eskiliği belli olmuyor, kıllı göğsünden çamurlu terler damlıyordu. Gayret lazımdı. “Yolcu yolunda gerek…” nasihatini hatırladı. Yürüdü. Yürüdü. Yürüdü. Yürüdü. Saatlerce yürüdü. Güneş tam tepeden tekrar ufka doğru inmeye başlamıştı. Derviş Hasan şimdi şehirlerdeki zengin, tenperver zahitlerin içmeye kıyılamayacak soğuk, berrak sularla serin gölgeli rahat şadırvanlarda ikindi namazı için abdestlerini tazelemekle meşgul olduklarını düşündü. Onların cehennem azabıyla, cennet hırsıyla daima rahatsız olan ruhlarına mukabil vücutları ne kadar mesut, ne kadar rahattı… Yürüdü. Yürüdü. Yürüdüğü yolda izler gittikçe karışıyordu. Gözlerini kaldırdı. İleriye baktı. Yolun dönemecinde küçük bir tepenin önüne gelmişti. Dönemecin karşısında iki üç çınar ağacıyla bir kurumuş çeşme vardı. Durmadı. Yürüdü. Bu tepenin eteğini dönünce yolun tırmanıp aştığı öyle dik, öyle sarp bir yokuş gördü ki…

      “Vallahi bunu çıkamam!” diye haykırdı. Hemen çömeldi. Açlık, sıcak, ihtiyarlık sabahtan beri durmadan yürüyen Derviş Hasan’ı az kalsın isyan ettirecekti. Bu dik yokuş karşısında duyduğu feci ümitsizlik onun arif ruhunu kararttı. Şimdiye kadar eğilmeyen boynunu menfaatperver, mütekâpu, hesapçı bir zahit gibi büktü. Gözlerinden, haricî âlemin hayalini kaplayan aşk dumanı, dudaklarından ariflik tebessümü silindi. Ömründe ilk defa olarak zahitlerin mabuduna yalvarmaya başladı:

      “Allah’ım, bana merhamet et!” dedi, “Açım, ihtiyarım! Karşıma çıkardığın bu yokuşu çıkamayacağım. Bana bir ‘binecek şey’ gönder. Yalnız şu yokuşu aşayım. Öbür taraf için seni taciz etmem.”

      Sonra sürüklenerek kurumuş çeşmenin başındaki çınarların gölgesine gitti.

      “At istemem, araba istemem. Binecek kötü bir şey… Bir topal eşek olsun Allah’ım, merhamet, merhamet…” diye inledi. Böyle inlerken, ansızın aczinden, Allah’a karşı yaptığı arsızlıktan utandı. İsyan etti:

      “Allah’ım, benim vücudumu yarattın. Onu ızdıraplarından da sen kurtar. Sana yalvarıyorum. Mutlaka bana ‘bir binecek şey’ göndereceksin, üzerine eserini yükleteceğim. Göndermezsen… Senin ağır, senin sefil eserini taşımayacağım. Burada yıkılıp yatacağım. Sana inat, açlıktan, susuzluktan, sıcaktan öleceğim. Sen görücü, bilici, işiticisin. Gökler gözün, kâinat aklın, adem kulağındır. İşit, hem bil ki bana bir ‘binecek’ göndermezsen buradan bir yere kımıldamayacağım. Gebereceğim. Leşimi kargaların yediğini göreceksin. ‘Binecek’ göndermezsen Allah’ım, bu yokuşu katiyen çıkmayacağım. Geriye de gitmeyeceğim…”

      Hakkını haykırmış bir asi sükûnuyla mağrurlanarak sustu. Yavaş yavaş gözlerini kapadı. Evet, Allah mutlaka bir “binecek” gönderecekti. Bu, eserini seven merhametli Allah’ın en birinci vazifesiydi.

      Zavallı Derviş Hasan açlıktan, sıcaktan, ihtiyarlıktan o kadar yorgundu ki hemen uyuyuverdi. Yüz yıl kadar uzun süren bir rüya görmeye başladı; bir şehre vali oluyordu. Saraylar, cariyeler, köleler… Mermer havuzlara neftî gölgeleri düşen büyük ağaçlı bahçeler, altın işlemeli köşkler, laleler, sümbüller, güller… Sazlar, bülbüller, şaraplar, sakiler, mahbuplar… Bütün bunların ortasında esîrden yaratılmış gibi nazik, zarif, altın haşalı beyaz, şeffaf bir at kişniyor, tepiniyor, şaha kalkıyordu. Derviş Hasan bir kolunda mahbuplar, öteki kolunda cariyeler, arkasında genç köleler, menekşe, yasemin kokuları, saz, ney sedaları içinde bu küheylana doğru yürüyor, binmeye çalışıyordu. Mahbuplar üzengileri tutuyor, cariyeler gemi kasıyor, köleler koltuklarından kaldırıyorlardı. Tam bineceği zaman küheylan birdenbire döndü; kafasına öyle bir çifte attı ki mahbuplar, cariyeler, köleler birbirine karıştı. Etrafında ne varsa tuzla buz oldu.

***

      Gözünü açınca iri bir Yörük’ün başında zebani gibi dikilmiş durduğunu gördü.

      “Kalk bakalım derviş baba, bu kadar uyku yetmez mi?”

      “Eyvallah oğlum, iyi ki uyandırdın.”

      Gülümsedi. Gördüğü rüyanın henüz sönmeyen tadıyla gerindi, doğruldu. Çeşmenin biraz ilerisinde yüklü yüksüz birçok atlar, katırlar duruyordu. İşte her şeyi gören, işiten, bilen Allah istediğini göndermişti. Hem bir tane değil, sürü ile…

      Yörük’e sordu:

      “Nereye gidiyorsunuz evlat?”

      “Kazdağı’na.”

      “Ben de oraya…”

      Hiç

Скачать книгу